23 Kasım 2012 Cuma

tıkanmış hayatlar da akmaya başlar

hayatım o kadar sıradan ilerliyordu ki bazen sırf heyecan katmak için asansör aşağı inerken sertçe zıplıyordum. gerilimi hissediyor, sallantıyı fark ediyor ama bir türlü iplerin kopma sesini duyamıyordum. asansör dahi verdiğim etkiye bir tepkiyle karşı koyarken ben hayatımdaki tıkanmışlığı, akmazlığı, bozukluğu gidermek adına hiçbir şey ileri sürmüyordum. 

ama bir gün biri bu tıkanıklığı giderdi, hayat akmaya başladı, önlenemez değişimler kapımı çaldı ve ben peşi sıra gelen çokbaşkagaripolayların hızına yetişene kadar her şey çoktan olup bitti. ilkindeki aşırı bayağılık ikincisindeki anlaşılmaz karmaşa: hayatımın özeti bu.

-I-

pazartesi günleri yüksek lisans derslerine gitmek dışında tüm zamanlı hiçbir işim yoktu. derste öğrendiklerimi uygulamada görmek adına bir perşembe istanbul modern'e gitmiştim. işte hayatımın giderlerini açan şey o zaman gerçekleşti. güvenlikle ilgili bir konuda görevliye bir şeyler sorduğum esnada konuşmalarımıza kulak misafiri olmuş bir bey müsaade isteyerek fikirlerini beyan etti. derken ben görevliden kopup bu beyle konuşmaya başladım. yarım saat yürüye konuşa vakit geçirdiğim kişi müze müdür yardımcısı çıktı ve bana önce kısmi zamanlı iş, ardından tam zamanlı proje direktör yardımcılığı teklif etti. 

-II-

işe başladıktan bir süre sonra beşiktaş'ta ev aramaya koyuldum. tek başıma eve çıkmamın imkansızlığından yakınırken iş arkadaşlarımdan süleyman evini paylaşmayı teklif etti. bir ay içerisinde akaretler'e çok yakın bir noktada, önünde begonvilleri olan 1+1 merkezi sistem ısıtmalı giriş katı bir evde içinde karyolası, masası ve duvarında freddie mercury posteri olan ufak bir odada buldum kendimi. evden kitaplarımı ve kıyafetlerimi getirmiştim, bundan fazla da bir şeyim yoktu. süleyman'ın kredi kartıyla ikea'dan ucuz bir dolap aldım, boş duvarlara salon'dan yürüttüğüm eski konser afişlerini astım, kitapları da iki duvarın birleştiği noktada yerden tavana üst üste dizdim. 

-III-

dünyanın en güzel aylak adamlığına adayken bir anda pek çok iş yaparken buldum kendimi. önce açık radyo'ya program yapmak için başvurdum, kabul edilince görüşmeye gittim, o da olumlu geçince program hazırlıklarına başladım. sonra doğan'ın beşiktaş'ta bana yürüme mesafesi uzaklığında müzik stüdyosu vardı. bazı akşamlar orada kalırdı. ve bu bazı akşamların bazılarında ben de ona eşlik ederdim. bir mızıka almıştım, orada boş boş çalmaya çalışırdım, almam gereken çok yol vardı daha. bir cumartesi akşamı doğan'a ''bana iş ver, maaş olarak da oralet ısmarlarsın, ben de kendimi burada işe yarar hissederim'' teklifiyle çat kapı yaptım. aklında bir sanat projesi yapmak varmış, ''tamam'' dedim ''ben de bu projenin halkla işler müdürüyüm!''. boş vakitlerimde okullarla görüşmeler yapıyor, öğrenci gruplarına ücretsiz prova imkanı tanıyordum. arada süleyman'ı da yanımda götürüyordum, o da bu projenin bir parçası olsun istiyordum. çabalarımız sayesinde fazla olmasa da stüdyonun gelip gideni artmıştı ama bize daha büyük hareketler lazımdı. 

-IV-

bir gün süleyman'ın arkadaş grubuyla oturmuş post-modern sanat üzerine geyik yapıyorduk, gerçekten geyikti, post-modern sanatı aşağılıyorduk ama zevkliydi. zeynep mimar sinan'da heykel bölümündeydi, kendisi de en az yaptığı heykeller kadar güzeldi. ''abi bu kadar bencil bir sanat yaklaşımı olamaz''. o ana kadar ortamda en az konuşan zeynep'in sesine sinir hakimdi. ''hangi insan eserine post-modern diyebilecek kadar kibirli olabilir!''. zeynep bir anda soğuk rüzgarlar estirip susmuştu, süleyman'la göz göze geldik, anlatırım sana sonra diye işaret etti, sustum. akşam evde oturmuş çekirdek çitlerken süleyman, işte yeterince çağdaş değillermiş diye bunun heykellerini sergiye almamış küratör, bir de bir galeriyle çalışıyordu, galeri sözleşmesini uzatmamış, o da buna bozgun diye kısaca özetledi. bana kalırsa zeynep'in heykellerinde ayrı bir zarafet vardı, gerçi ondan hoşlandığım için böyle düşünüyor da olabilirdim. 

-V-

bir sonraki gün zeynep'e heykellerini doğan'ın stüdyosunda sergilemeyi teklif ettim. önce güldü, sonra hımm'ladı, sonra doğan kim diye sordu. bilmesi gereken her şeyi kısaca özetledim ve sergisinin küratörü olmak istediğimi belirttim. ''serginin ismini de sen koyacaksan olur'' dedi. 

onbeş gün içerisinde hazırlıkları tamamlamış, ufak çapta bir kokteyl tertip etmiş, doğan'ın stüdyosunu zeynep'in 'ben bir galeri sanatçısı değilim' isimli sergisine ev sahipliği yapmaya hazır hale getirmiştim. zeynep de okuldan arkadaşlarını getirmiş, hatta bir hocası kendi isteğiyle gelmişti. sergi sonunda zeynep'in arkadaşı füsun yanıma gelip kendi resimlerini de burada sergileyip sergileyemeyeceğini sordu. stüdyoda hiç boş alan yoktu ama bir süre sonra zeynep'in eserleri sergilere davet alıp stüdyodan ayrıldıkça birer ikişer füsun'un resimlerini sergilemeye başlamıştık.

-VI-

zaman geçtikçe stüdyonun geleni gideni artmış, arkadaşların arkadaşlarının arkadaşları provalara, kayıtlara girer; gezmelere, sanat sohbetlerine gelir olmuş, öğrenci hareketliliği hız kazanmış, mekan dar gelmeye başlamıştı. bu konuda farklı şeyler yapmak istiyordum. bir gün playstation oynarken süleyman'a evi de dönüştürelim mi diye sordum. güldü. bu iyi bir cevaptı. sabaha kadar düşünüp bir proje üretemedik, işe gittiğimizde gözlerimiz kıpkırmızıydı. sonraki günlerde de düşündük, hiç durmadan proje fikirlerini konuşur, sıkı eleştirir, az beğenir olmuştuk.

eve erken geldiğim bir salı akşamı siyah şef önlüğümle mutfakta dünyanın en mühim makarnasını yapmaya koyulmuştum. makarnanın suyunu süzmek için üst raftan süzgece uzandım, süzgeç elimden kayıp yere ters bir şekilde düştü. aydınlanma işte böyle bir şeydi, makarnayı öylece tezgaha bıraktım, odama koştum. ilk iş olarak yatağımı ters çevirdim ardından bez dolabı. ardından da bütün kitapları yüzleri yere gelecek şekilde yerlere serdim. süleyman geldiğinde ona odayı gösterdim, serginin adını sordu, -evin boş halleri-ni duyunca 'hadi yardım et de benimkileri de ters çevirelim' dedi. bütün evi ters çevirince füsun'u aradım ve resimlerini hazırlamasını gelip alacağımı söyledim. resimlerini alıp eve döndüğümde süleyman çivileri çakmış beni bekliyordu. bütün resimleri ters şekilde duvarlara yerleştirdik. bir sonraki gün öğle tatilinde süleyman bina girişine bir tabela asma fikriyle geldi. tabela fiyatlarını sordurduk ama pahalı gelince vazgeçtik. biz de salon'dan tanıdığımız taylan'dan rica ettik. aynı akşam elinde kuşe kağıda bastığı sergi afişi altında bisikletiyle geldi taylan. afişin üzerine 'evin boş halleri - süreli sınırlı keyifli sergi' yazmış, tasarımını da kendi yapmış. hiç vakit kaybetmeden giriş kapısına astık. zeynep'ten bizim için heykellerini ters yapmasını istedik, ayrıca stüdyoya gelenler için de bir afiş hazırladık ve evimize yönlendirdik.

-VII-

iki hafta sonunda her şey planladığımız gibi gitmiş, evimizi hafta içi kendi kullanımımıza açıp hafta sonu sergileme düzeniyle misafirlerimize tahsis ediyorduk. evde kaldığımız cumartesi geceleri sadece yatakları eski hallerine getirip uyuyorduk. gezi ücreti olarak ev yapımı yiyecekleri kabul ediyor, gelen herkesle ilgileniyor, mutfakta bar taburelerinin üzerinde sohbetler ediyor, çayımızı ocaktan eksik etmiyorduk. serginin üçüncü haftasında taylan italyanca kursundan dört arkadaşıyla ziyaretimize geldi. beşinin de bisikleti vardı, işte o an süleyman'la içimizden acaba bisikletleri de sergiye dahil edebilir miyiz düşüncesi geçti ama hemen vazgeçtik. onlar da bir bardak çayımızı içip kalktılar, daha emirgan'a pedallayacaklarmış. gittiklerinde benim aklımda italyanca kursuna yazılmak, süleyman'ın aklında emirgan, süleyman'la benim kesişen küme aklımızda bisiklet almak vardı.

sergiyi bir hafta sonu daha açık tuttuktan sonra sıkıldığımızdan kapattık. kapattığımız pazar taylan'la bisiklet almaya ardından italyan kültür merkezi'ne kursa yazılmaya gittik. yüklüce bir parayı dışarıya bıraktıktan sonra eve dönerken lise yıllarımdaki iddia dışında hayatımda ilk kez bile isteye sayısal loto oynadım. koca iki günü yorgun argın geçirmiş, füsun'un yemek teklifini reddetmiş, eve varıp uyuma isteğiyle doluydum. füsun galiba benden hoşlanıyordu ama tam emin değildim, zaten hiçbir zaman hiçbir şeyden tam emin olamamıştım. ekmek alıp eve girdim, salonda süleyman'la zeynep yan yana oturmuş film izliyorlardı. ben onların yanlış bir şey yaptığını düşünüyordum, onlar içinse bir sorun yoktu, zaten olamazdı da. ben zeynep'e duygularımı hiç açmamıştım ki. düşünceli bir halde selam verip odama geçtim.

günler iş, doğan'ın stüdyosu, italyanca dersler, açık radyo ve geciktirilmiş aile ziyaretleri arasında mekik dokuyarak geçiyordu. şehir içinde bisiklet kullanmakta gitgide uzmanlaşıyordum. pazartesileri beyazıt'a okula gidiyor, diğer sabahlar bisikletime atlayıp sahil boyunca istanbul modern'e gidip işten sonra kumbaracı yokuşundan tarlabaşı'na italyan kültür merkezi'ne geçiyordum, haftada bir de elmadağ'a açık radyo'ya uğruyordum. zeynep iyiden iyiye bizim eve yerleşmişti, ben çıkarken uyuyordu, ben eve geldiğimde bulaşıkları yıkarken buluyordum.

-VIII-

bir hafta sonu teyzem aradı, hal hatır sorduktan sonra piyango sonuçlarına bakmamı istedi. yıllardır oynar, ben de yıllardır bakarım ve her defasında bir daha ki sefere derim, bu sefer de öyle oldu, canımız sağ olsun dedi telefonu kapattı. aklıma benim sayısal loto geldi, çantamın derinliklerinden çıkardım, tarihine baktım, bir aydan fazla olmuştu oynayalı. sitesinden geçmiş tarihli çekiliş sonuçlarına geldim. tek kolonla rakamları tam bilen üçüncü kişiydim. üç talihliye 320.455,22 kuruş vermişti. aklıma talihsiz talihli filmi geldi, tebessüm ettim ama asla fazlasını yapmadım. neden böyle sakin karşıladım bilmiyorum, sanki zaten bana çıkması beklediğim bir şey gibiydi. kimseye haber vermeden parayı aldım. 300 bin liraya beşiktaş'ta 3+1 bahçe katı bir ev satın aldım. ev yeniydi, tadilata gerek duymadım, sadece salonun bir duvarıyla yatak odasının bir duvarına taş döşettim bin liraya. ikibinikiyüz liraya okumak istediğim kitapların hepsini satın aldım. iphone, ipad, imac, televizyon ve canon içinse sekizbin lira ödedim. kalan paranın bir kısmıyla eve eski eşyalar aldım. üç-beş gün içinde bütün eksiklerimi tamamladım.

zamanı geldiğinde harekete geçmek en mühim şeydir. evden ayrılma vaktim gelmiş de geçiyordu bile. zeynep'in evde olmadığı bir gün süleyman'ı aldım karşıma, evden ayrılmak istediğimi söyledim. ikimizin de isteği buydu, o yüzden ne o kalmam için ısrarcı oldu ne de ben gitmekte diretmek zorunda kaldım.

-IX-

bir süre bazı şeylerden uzaklaşmak istedim. doğan'a daha nadir uğruyor, her defasında mızıka çalmaya gayret gösteriyordum. füsun'sa benden gitgide uzaklaşıyordu. yalnız kalmaya başladığımı anladığım an hayatıma cevriye'yi dahil ettim. akşamları pijamalarımı çeker, çayımı demler, cam kenarındaki eski berjer koltuğuma kurulur, ayaklarımı peteğin üzerine uzatır, kucağıma cevriye'yi alır kitap okurdum. yatağa cevriye'yle girer, yemeği cevriye'yle yer, işteyken cevriye'yi düşünür dururdum. onun sayesinde hayatımda gitmediğim kadar çok kez hastaneye gittim, bir doktor edasıyla kedi besleyenlere fikirler verir oldum.

-X-

bu arada tam eli ayağı düzgün cümleler kurmaya, öğrenmekten zevk almaya başlamıştım ki kurs bitti. biz de bir restoranda kutlama yemeği tertip ettik. fikret'le de o yemekte tanıştık. aslında o çalışmaya gelmiş, kendisi fotoğrafçı, orada düzenlenen bir organizasyonun fotoğraflarını çekiyormuş. daha iyi bir açı yakalamak için arka arka gelirken bana çarptı, makinesi düşüyordu ki bir hamleyle yakaladım.

yemekten birkaç gün sonra bir cumartesi akşamı fikret'le buluştuk, ilk andan ona aşık olacağımı anlamıştım ama yemek bitene kadar bu konuda konuşmadım. yemekten sonra asmalımescit'ten aşağı yürüyorduk. belki kafasında bir bara girme fikri vardı. ''fikret'' dedim ''gel bana gidelim ve daha da bir yere gitmeyelim. ama şimdi yapalım bunu. ya benle gel ya da seni evine bırakayım''. yanıma yaklaştı, koluma girdi, kafasını omzuma yasladı. bunu aynı cevriye'nin yaptığı gibi yapmıştı. hayatıma giren iki kadın, ikisi de birbirinden çekici. yürüyerek eve vardık. dvd'ye bir film taktım, sesini kıstım, televizyon açıkken yatak odasına geçtik, filmi dinleyerek uyuduk.

-XI-

zaman geçtikçe birbirimize alışıyor, yeni huylarımızı keşfediyorduk. o bazı geceler çalışıyor, bense çalıştığı mekanlara müşteriymiş gibi gidip onu ve işine olan bağlılığını izliyordum. yine böyle bir gece fikret'i iş çıkışı yakaladım, şaşırmıştı. kuruçeşme'den taksiye bindik, yorgundu ve uyumak üzere kafasını omzuma yaslamıştı. saçlarını açarak kulağına eğildim ''fikret'' dedim, uykulu sesiyle hırıldadı, ''fikret benimle evlenir misin?''. ''olur'' diye cevap verdi.

üsküdar evlendirme dairesi'ni fikret seçti, yemek için kuzguncuk'a yakınmış, en sevdiği yer kuzguncuk'muş, karşı çıkmadım. nikaha doğan, taylan, zeynep ve zeynep'ten ayrı olarak süleyman ve fikret'in müzisyen arkadaşı müge katıldı. şahit olarak isim sorduklarında cevriye'yi söyledik çünkü aşkımızın şahidi oydu ama bir kedi şahit olamaz dediler biz de süleyman'la doğan'ı şahit gösterdik. insanlar evlenmek için hep bir yaş, özel bir insan, yeterli düzeyde gelir falan beklerler ya işte biz buna tepki olarak da evlendik. her şeyimizi tam bilmiyorduk, mesela ben fikret'in en sevdiği rengi bilmezdim, fikret de benim en sevdiğim yemeği ama biz birbirimizi severdik ve hayatta öğrenmekle vakit kaybedilebilecek pek çok ayrıntı vardı.

-XII-

evlendiğimi bizimkilere söylemedim, rutin git-gellerim devam ediyordu. tabi artık yanımda bir gelin adayı da görmek istiyorlardı. biriyle konuştuğumu uygun aday olduğuna ikna olursam getireceğimi söyleyip oyalıyordum.

-XIII-

bu arada mızıkada iyice yol katetmiştim. müge'nin bu becerimden haberi olunca birlikte çalmayı teklif etti, iki kişiyle ne yapabiliriz ki diye düşünürken müge'nin üç kişilik bir orkestrası olduğunu ve taksim'de çaldıklarını öğrendim. birkaç görüşme sonrası kendi bestelerinin kayıtlarını attılar ve doğan'la bunlar üzerine neler yapabileceğimizi konuştuk. bir hafta kafa patlattıktan sonra ilerlemeyi görmek için doğan'ın stüdyosunda provaya girdik, fikret de gelip prova kaydı aldı. evde dinlediğimizde ben de, fikret de, cevriye de çıkan işten memnunduk. açık radyo'da iki hafta grubumuzla program yaptık, birkaç defa barlarda çaldık. fikret işlerimizi büyütmemizden yanaydı ama benim zamanım gruba büyük ölçüde uymuyordu.

-XIV-

fikret'le birbirimize durup dururken bir şeyler öneren insanlardık. fikret bir bisikletin ikimize yetmediğini, motor almamız gerektiğini söyledi. ''istersen alalım'' dedim demesine ama bir miktar borca girmemiz gerekti almak için. işteyken telefonum çaldı, fikret hem kirayı hem de taksitleri ödeyebilmemiz için harcamalarımızdan kısmamız gerektiğini, bunun için de bir planı olduğunu, hemen anlatması gerektiğini söyledi, bu yüzden işten çıkar çıkmaz hemen eve gelmemi tembihledi. öyle de yaptım motora atladığım gibi dosdoğru eve gittim, fikret evin içinde dört dönüyordu. yatağa oturttum, saçlarını okşarken konuşmalarına kulak kabarttım. fikret heyecanla anlatıyor, arada bir beni dinlemiyorsun ama diyerek veryansın ediyor, küsüyor sonra yine anlatmaya devam ediyordu. konuşması bitince ''nasıl, olur mu?'' diye sordu. omuzlarından tutup yatağa yatırdım ve evin benim olduğunu, lotodan para kazandığımı ama bunu kimsenin bilmediğini kelimesi kelimesine anlattım. rahatlayacağını umduğum yerde hışımla kalktı, üzerine montunu geçirdi ''sana iyi oturmalar o zaman'' dedi ve çıktı gitti. hayatta her şeyin bir gerekçesi vardır, buna inanırım ama bu hareketin gerekçesi üzerine hiçbir fikir yürütemedim.

-XV-

akşam on gibi telefonum çaldı, müge beni suçlar bir tavırla ne olduğunu sordu, ona olanları anlatamazdım, ben de bilmiyorum, dedim. 'iyi peki bize gel, müge burada, oturur konuşuruz, he gelirken unutma da kokoreç getir''. cevriye'ye mama bıraktım, montumu giydim, kaskımı taktım, yola çıktım. barbaros bulvarı'nı geçip sabah gazetesi'nin yanından arka sokağa dönerken kendimi bir anda çöp kamyonunun altında buldum. öldüm.