25 Aralık 2010 Cumartesi

sergüzeşt dünya ve orada olmayan insan

Son ayyaşları da postaladıktan sonra bahşişlerle beraber hâsılatı bölüştürdüm, ceketimi alıp çıktım. Binadan çıkmak üzereydim ki canım birden Medet’e uğramak istedi. Baktım havası yerinde değil yoluma devam ettim. Sabah ayazında ceketimi önüme siper ettim, hemen köprü altından Tarlabaşı’na geçtim. Evim yakındı, yoldan aşağı ilk sağ yapınca dördüncü ya da beşinci binaydı.

Kapı kilidini çevirdim içeri girdim. Önce alt kata Ali gelmiş mi diye kontrol etmeye indim, henüz gelmemişti sonra ilk kata kendi odama çıktım. Saat 5e geliyordu ve sokak lambası tam da odama vuruyordu. Keşke diye geçirdim içimden keşke perdem olsaydı. Yatağa uzandım ama aç ve sarhoş olunca uyumak mümkün değildi. Gerisin geriye kalktım, giriş katına indim çünkü mutfak oradaydı. Mutfağın orada olması demek yemek demekti, yemek demek uyuyabilmek demekti, aklım bunları idrak edecek kadar çalışıyordu. Küflenmiş ekmek arası kokmuş peynir, bir de asidi kaçmış kola. Hadi ekmek eski diye küflenmişti, peynir de mutfağın karşısındaki tuvaletin kapısı açık diye ama ağzı yeni açılmış kolanın neden asidi kaçmıştı ki. Ya da kaçmamıştı ama bana öyle geliyordu. Bu eziyete daha fazla katlanamayacağımı idrak edince durdum. Birden aklıma Ali geldi, tabi ya ondan isteyebilirdim bir şeyler. Üst kata koştum, bir süre zarfını cep telefonumu aramakla geçirdim, bu arada hareket ederken ısındığım iyi oldu. Evde ısıtma sistemi olmadığından hareketle ısınabiliyorduk. Telefonumu ceketimin cebinde buldum ama şarjı bitmişti ve üstüne şarjın ucu kırıldığından kullanamıyordum. Ben tüm bunları yaparken saat 5buçuğu gösteriyordu. Üstüme montumu geçirdim, battaniyenin altına girdim. Tek düşündüğüm yemek ve bir de perdeydi, tabi bir de ısınma sorunu.

Uyumak, uyku, pelesenk, acı, uyuklamak, sergüzeşt kelimeleri içerisinde uyandım uykumdan. Eskiden pazar sabahları hep abimle kavga ederdik ekmek almaya gitmemek için. Oysa şimdi dışarı çıkmazsam açlıktan ölebilirdim. Saat 5buçuğu gösteriyordu. Demek ki dedim pili bitmiş, gitmişken bir de pil alayım. Kahvaltıdan sonra buraya taşındığımdan beri gitmekten haz duyduğum bir yere gidecektim. Bu sırada gerçek saati merak ettim, telefonumda çalışmadığından bilgisayarı açıp baktım. 2ye geliyordu. En sevdiğim kırmızı, çizgili gömleğimi giydim, montumu da üstüme geçirdim, çıkmadan Ali’ye baktım yatağı bozuk ve boştu, çıktım. Köşedeki bakkalda ekmek arası salam, kaşar yaptırdım, yiye yiye Tarlabaşı’ndan Çukurcuma’ya yürüdüm.

Yedikçe aklım başıma geldi, ihtiyaçlarımı ve cebimdeki parayı tekrar gözden geçirdim. Ekmeğim bitmişti ki bitpazarına vardım. Az ileride bir canhıraş, öte yanda sert pazarlıklar, arkamda küfür eden çocuklar; böyle bir yerdi bitpazarı da. Perdeci arıyordum yana yakıla ama önce pilleri buldum. Yanında plak satan entel görünümlü bir abi vardı. ‘Kaça’ diye sordum. ‘Ne verirsin’, dedi. Ben de ‘3 tanesine 20 lira veririm’ dedim, hemen üç tane poşete attı. ‘Seçseydim’ dedim ama en güzel plakları verdiğinden emin bir tavırla kaşlarını çattı. Pikabım yoktu ama yine de aldım. ‘Perdeci var mı buralarda’ diye sordum, eliyle arka tarafı işaret etti. Perdeciye yöneliyordum ki o an pencerenin ölçüsünü almadığımı fark ettim. Göz kararı 3 metre olduğuna karar kılınca perdeciyle pazarlığa tutuştuk. ‘Abicim, metre kare hesabı bunlar’, dedi ‘bak ben sana şunu veriyim 20 milyona, olmazsa haftaya getirirsin’. Düşündüm, mantıklı geldi, aldım ben de. Bir süre daha oralarda dolandıktan sonra eve döndüm, aldıklarımı bıraktım. Ali’nin odasına indim, yatağı toplanmıştı ama yoktu. İşe geç kalmamak için acele çıktım.

.
.
.


Saat 4e geliyordu paydos ettik. Bir kadeh şarap alıp Medet’in yanına indim. Uzattım, içmiycem dedi. ‘Ne oldu lan iki gündür canın sıkkın yönetmen’ dedim. ‘Abi kamerayı buldum bulmasına ama şimdi de mikrofonum yok, sessiz film mi çekilir’ dedi. ‘-kadehi uzatarak- bi kadeh çek sen hele’ dedim, uzandı aldı. ‘Charlie Chaplin filmleri kötü mü’ dedim ‘hem sen de oyuncuları dilsiz yaparsın, al sana çözüm’. Mutlu olmamış olacak ki cevap vermedi. ‘Bak sana ne diycem?’, merakla suratıma baktı. ‘Bizim evin halini biliyosun, barda bir ısıtıcı var, onu araklayıp eve götürelim diyorum, bana yardım etsene hem biz de kalırsın’ dedim. Kabul etmiş gibi başını kaldırdı, yukarı çıkmak için merdivenlere yöneldi. Arkasından sen çık, ben geliyorum gibilerinden bir şeyler sayıkladım. Yukarı çıktığından emin olunca tezgahın altındaki şarj aletini cebime attım, bara çıktım. Patronlar yoktu, yüklendik ısıtıcıyı evin yolunu tuttuk. Sen benim odaya çık ben Ali’ye bakıp geleyim dedim Medet’e. Aşağı kata indim, Ali’nin yatağında bir kız yatıyordu. Tekrar yukarı çıktım Ali benim yataktaydı.

18 Aralık 2010 Cumartesi

gidememiş çocuğun sıradan kavgası

5 NUMARA ŞİMDİ

Çocuk aslında gidebilirdi, şimdi görüyorum da kesinkes giderdi. Ama O, geçmişi kurcalayadursun, hayat aciz anıların ışığı altında düşündüğü günlerden öteye gitmiyordu. Ya da şöyle demek gerekirse hayat devam ediyorken ‘O’, saplantılarının tutsağı olmuş bir sürgün evinde duvarlara aynı çentiğin derin yaralarını kazıyordu. Bazen -bir süre- bu çalkantıda dibe vurma ihtimalinin üzerinden geçiyor, yaptığı hesaplamalardaki yanılma payını ortaya çıkarıyor, her defasında kendisine fazladan birkaç gün ekliyordu. Dibe vurumun gerçekleşmesi için son şansının üstünün karla örtülmesine izin veriyor, aşması gereken duvarlara sırtını yaslayarak zaman denen kavramın üstünü toza bulamasını keyifle bekliyordu.

Ve bu sırada karşıdaki bayan ve siz bayım Zavallı anlatıcınızın çocuğun durumuna daha anlaşılabilir bir açıklama getirmesi derdindesiniz. Bunu yaptığınız için kendinizden utanmalısınız.


2 NUMARA GEÇMİŞ

Çocuk için bir şans var, o uyuyorken kendisine sunulan. Ama uyanıkken de yanından geçti. Ne derdi Le Petit ‘Asıl görülmesi gerekeni gözler görmez’. Onun kalbi gözlerinden de kör olmuştu. Gitmek için sabırsızlanıyordu belki ama kalmayı daha mı kolay sanıyordu. Her güzel gün için bir duygu kazanmak inancındaki çocuk pek çok günlerdir bu adeti unutmuş, gelecekteki şimdinin hesabını yapıyordu. Zavallı çocuğun gidememe ihtimaline kapalı hali geleceği onun için zorlaştırmaktan öte gitmiyordu.

Ve siz değerli okuyucu, neden bu çocuğa acıma duygunuzla yaklaşacağınıza hırsının kölesi olduğu için sinirleniyorsunuz! Siz ondan daha mı iyisiniz, kıyafetleriniz, statünüz, hayalleriniz onunkinden daha mı öte? Ondan farkınız var mı ki eleştirme cüretini kendinizde bulasınız.

HİÇ NUMARA GELECEK

Süslü pazar eşyalarından en beğendiği mızıkayı ağzına götürdü çocuk. Bir şeyler kazanması için çok şeyler çalması gerekiyordu. Tozlu rafların arasından onu çıkaran Exupery’ye ithafen en güzel Latin melodilerini peş peşe dizmeliydi. Gelecek üç saat öyle de yaptı.

Bazen yani demem o ki bazı zamanlar sevgili okuyucu insan gelecekten bir parçasını geçmişin içinde kaybeder. Bulduğunuz değerli günlere..

Zavallı anlatıcınız,
Anno Domini 1997, 17