15 Mayıs 2010 Cumartesi

bavulumu topluyorum

Yaz geldi ya dost sohbeti çekiyor canım. Öyle bahar şenlikleriymiş, adalara gezilermiş; toplu organizasyonlara kapalı bünyem. Bütün emelim teklik üzerine, en fazla bir kişiye daha yer var yanımda. Kaçacak yerde sessiz sakin olmalı, dere kenarı mesela, iki iskemle, bir de gün batımı yeter. Oltalarımız dereye savrulmuş belki ama balık tutmak için değil, tablo tamamlansın maksat. Ne konuştuğumuzun da pek önemi yok, suratsızlar kahvesi değil burası. Bir yerlerden kronik Beatles çalıyor; benim tercihim Yellow Sub-marine olsa da Yesterday e hayır diyecek halim yok. Hani oturmuşuz iskemlelere, sırtımızı yaslamışız -sen filmlerde olur zannedersin böyle sahneler-, güneşin battığı yerden Raskolnikov yükseliyor. Bir sonraki durağı başka bir Akdeniz ülkesi, belki Giro’ya da selam götürür. Eve elimiz boş dönmektense, mısır tarlalarının arasından geçerken bir iki mısır çalmanın kime ne zararı dokunabilir ki!

Belki de bu sefer Alaska’ya giderim. Ne de olsa burası hayal limited. Düşünsene keskin bir soğuk, su üstünde buzullar, köşede mürettebatına bir şeyler anlatan kaptan. İnsanları arkamdaki bara giderken görüyorum, takılıyorum peşlerine. İçeride soğuk ülkenin sıcak insanları, ortada eskimiş bilardo masası, sahnede reggie söyleyen rastalı zenci, tezgâhın arkasında koca kafalı barmen, altımızda yine iskemleler. Burada da dost sohbetleri koyu ve samimi. Yanıma bir denizci oturuyor, başıyla beni selamlarken ya da ben öyle hayal ediyorum. Elini kaldırıp bir içki istiyor, iki parmağı eksik. Verdiğine benzer bir selam verip kalkıyorum. Yerime rastalı zenci oturuyor, ben de bozukluğumu müzik kutusunu atıyorum. Bir anda herkesin dudağında Noir Desir’den ‘le vent nous portera’…

Bavulumu toplarken dalıyorum bu rüyalara sonra bu fotoğrafa takılıyor gözüm:

nathan&claude miller

Hele şükür yazıyorum, işte buna sevinçliyim. İstanbul Film Festivali’ne gelen ve beni ayağına götüren filmi bu kadar süre pas geçtiğim için üzgündüm ki bundan da kurtuldum. Orijinal ismiyle ‘Je suis heureux que ma mère sois vivante’, İngilizcesiyle ‘I am glad that my Mother’s alive’ ve Türkçesiyle ‘Annem hayatta olduğu için mutluyum’ her yönüyle gerçek bir Fransız filmi. Hiç efekt yok, yüksek bütçeli bir kadrosu yok, inanılmaz bir görsel şöleni yok ama ‘FİLİM’ işte. Lisan farkı da olmasa tam Türk filmi niyetine izlenebilir.

Filmden sonra yönetmen Claude Miller ve anne rolündeki Julie Martino ile de sohbet etme fırsatı bulduk. Bu sayede filmle ve gelişim süreciyle ilgili bilgi edinme fırsatı buldum.

Filmin hikâyesi 20 sene öncesine dayanıyor. 20 sene önce bir gazetede küçük bir haber çıkıyor. Haberde annesi tarafından küçük yaşta evlatlık verilen bir çocuğun gençlik döneminde öz annesini bulup defalarca kez bıçaklamasına yer veriliyor. Bunu okuyan Fransız bir yapımcı senaryoyu oluşturuyor ama önündeki 20 sene içinde filmi çekmeyi başaramıyor. Daha sonra yapımcı projeyi Nathan Miller’a götürüyor. O da oğluyla beraber çekme düşüncesiyle oyuncuları ayarlıyor ve çekimlere başlıyor. Ancak baba-oğlu bu işi birlikte götüremeyeceklerini anlayınca Nathan Miller filmi oğlunun eline bırakıyor, gereken kısımlarda yardımlarını esirgemiyor.

Haberdeki kahramanları bulmak, onlarla konuşmak istediniz mi diye sorulan bir soruya da hayır diye cevap veriyor Nathan. Korkusu, gerçek kişileri bulursa ona göre bir son hazırlamakmış.

Filmin sonunu anlatmak pek huyum olmadığı ve spoilerla süslü bir yazı yazmak istemediğim için izlemenizi önemle tavsiye ediyorum. 2 saat boyunca ara olmadan izlemek hayatımın en keyifli vakitleri arasında şimdiden yerini aldı.



3 Mayıs 2010 Pazartesi

küçük iskender; 666

Beat kuşağını ne kadar sevsem de, Küçük İskender'in 666'sından çıkardığım tek baba söz;

''Aynaya bakıp da kendini 'hiç de fena bulmayan her erkek', eşcinseldir. Çünkü sonuçta, bir erkek olarak beğendiği şey, yine bir erkektir'',

oldu.



Beat kuşağı benim için candır, türkiye şubesi Küçük İskender ise canan. İtalyanların dediği gibi emek harcanan her şey güzeldir fakat 666'da o tadı alamadım. Elbette Allen Ginsberg'le yarıştırmıyorum ama okurken hissettiğim özgünlüğü, hayat tarzında bulamıyorum İskender abi. Yoksa Beyoğlu'nda elimde içmiş gibi yaptığım şarapla seni dinlemek -bilmeden- sarhoş olmak kadar keyifli, buna sözüm yok.


Sizce de yanlış mıyım abiler?