25 Aralık 2010 Cumartesi

sergüzeşt dünya ve orada olmayan insan

Son ayyaşları da postaladıktan sonra bahşişlerle beraber hâsılatı bölüştürdüm, ceketimi alıp çıktım. Binadan çıkmak üzereydim ki canım birden Medet’e uğramak istedi. Baktım havası yerinde değil yoluma devam ettim. Sabah ayazında ceketimi önüme siper ettim, hemen köprü altından Tarlabaşı’na geçtim. Evim yakındı, yoldan aşağı ilk sağ yapınca dördüncü ya da beşinci binaydı.

Kapı kilidini çevirdim içeri girdim. Önce alt kata Ali gelmiş mi diye kontrol etmeye indim, henüz gelmemişti sonra ilk kata kendi odama çıktım. Saat 5e geliyordu ve sokak lambası tam da odama vuruyordu. Keşke diye geçirdim içimden keşke perdem olsaydı. Yatağa uzandım ama aç ve sarhoş olunca uyumak mümkün değildi. Gerisin geriye kalktım, giriş katına indim çünkü mutfak oradaydı. Mutfağın orada olması demek yemek demekti, yemek demek uyuyabilmek demekti, aklım bunları idrak edecek kadar çalışıyordu. Küflenmiş ekmek arası kokmuş peynir, bir de asidi kaçmış kola. Hadi ekmek eski diye küflenmişti, peynir de mutfağın karşısındaki tuvaletin kapısı açık diye ama ağzı yeni açılmış kolanın neden asidi kaçmıştı ki. Ya da kaçmamıştı ama bana öyle geliyordu. Bu eziyete daha fazla katlanamayacağımı idrak edince durdum. Birden aklıma Ali geldi, tabi ya ondan isteyebilirdim bir şeyler. Üst kata koştum, bir süre zarfını cep telefonumu aramakla geçirdim, bu arada hareket ederken ısındığım iyi oldu. Evde ısıtma sistemi olmadığından hareketle ısınabiliyorduk. Telefonumu ceketimin cebinde buldum ama şarjı bitmişti ve üstüne şarjın ucu kırıldığından kullanamıyordum. Ben tüm bunları yaparken saat 5buçuğu gösteriyordu. Üstüme montumu geçirdim, battaniyenin altına girdim. Tek düşündüğüm yemek ve bir de perdeydi, tabi bir de ısınma sorunu.

Uyumak, uyku, pelesenk, acı, uyuklamak, sergüzeşt kelimeleri içerisinde uyandım uykumdan. Eskiden pazar sabahları hep abimle kavga ederdik ekmek almaya gitmemek için. Oysa şimdi dışarı çıkmazsam açlıktan ölebilirdim. Saat 5buçuğu gösteriyordu. Demek ki dedim pili bitmiş, gitmişken bir de pil alayım. Kahvaltıdan sonra buraya taşındığımdan beri gitmekten haz duyduğum bir yere gidecektim. Bu sırada gerçek saati merak ettim, telefonumda çalışmadığından bilgisayarı açıp baktım. 2ye geliyordu. En sevdiğim kırmızı, çizgili gömleğimi giydim, montumu da üstüme geçirdim, çıkmadan Ali’ye baktım yatağı bozuk ve boştu, çıktım. Köşedeki bakkalda ekmek arası salam, kaşar yaptırdım, yiye yiye Tarlabaşı’ndan Çukurcuma’ya yürüdüm.

Yedikçe aklım başıma geldi, ihtiyaçlarımı ve cebimdeki parayı tekrar gözden geçirdim. Ekmeğim bitmişti ki bitpazarına vardım. Az ileride bir canhıraş, öte yanda sert pazarlıklar, arkamda küfür eden çocuklar; böyle bir yerdi bitpazarı da. Perdeci arıyordum yana yakıla ama önce pilleri buldum. Yanında plak satan entel görünümlü bir abi vardı. ‘Kaça’ diye sordum. ‘Ne verirsin’, dedi. Ben de ‘3 tanesine 20 lira veririm’ dedim, hemen üç tane poşete attı. ‘Seçseydim’ dedim ama en güzel plakları verdiğinden emin bir tavırla kaşlarını çattı. Pikabım yoktu ama yine de aldım. ‘Perdeci var mı buralarda’ diye sordum, eliyle arka tarafı işaret etti. Perdeciye yöneliyordum ki o an pencerenin ölçüsünü almadığımı fark ettim. Göz kararı 3 metre olduğuna karar kılınca perdeciyle pazarlığa tutuştuk. ‘Abicim, metre kare hesabı bunlar’, dedi ‘bak ben sana şunu veriyim 20 milyona, olmazsa haftaya getirirsin’. Düşündüm, mantıklı geldi, aldım ben de. Bir süre daha oralarda dolandıktan sonra eve döndüm, aldıklarımı bıraktım. Ali’nin odasına indim, yatağı toplanmıştı ama yoktu. İşe geç kalmamak için acele çıktım.

.
.
.


Saat 4e geliyordu paydos ettik. Bir kadeh şarap alıp Medet’in yanına indim. Uzattım, içmiycem dedi. ‘Ne oldu lan iki gündür canın sıkkın yönetmen’ dedim. ‘Abi kamerayı buldum bulmasına ama şimdi de mikrofonum yok, sessiz film mi çekilir’ dedi. ‘-kadehi uzatarak- bi kadeh çek sen hele’ dedim, uzandı aldı. ‘Charlie Chaplin filmleri kötü mü’ dedim ‘hem sen de oyuncuları dilsiz yaparsın, al sana çözüm’. Mutlu olmamış olacak ki cevap vermedi. ‘Bak sana ne diycem?’, merakla suratıma baktı. ‘Bizim evin halini biliyosun, barda bir ısıtıcı var, onu araklayıp eve götürelim diyorum, bana yardım etsene hem biz de kalırsın’ dedim. Kabul etmiş gibi başını kaldırdı, yukarı çıkmak için merdivenlere yöneldi. Arkasından sen çık, ben geliyorum gibilerinden bir şeyler sayıkladım. Yukarı çıktığından emin olunca tezgahın altındaki şarj aletini cebime attım, bara çıktım. Patronlar yoktu, yüklendik ısıtıcıyı evin yolunu tuttuk. Sen benim odaya çık ben Ali’ye bakıp geleyim dedim Medet’e. Aşağı kata indim, Ali’nin yatağında bir kız yatıyordu. Tekrar yukarı çıktım Ali benim yataktaydı.

18 Aralık 2010 Cumartesi

gidememiş çocuğun sıradan kavgası

5 NUMARA ŞİMDİ

Çocuk aslında gidebilirdi, şimdi görüyorum da kesinkes giderdi. Ama O, geçmişi kurcalayadursun, hayat aciz anıların ışığı altında düşündüğü günlerden öteye gitmiyordu. Ya da şöyle demek gerekirse hayat devam ediyorken ‘O’, saplantılarının tutsağı olmuş bir sürgün evinde duvarlara aynı çentiğin derin yaralarını kazıyordu. Bazen -bir süre- bu çalkantıda dibe vurma ihtimalinin üzerinden geçiyor, yaptığı hesaplamalardaki yanılma payını ortaya çıkarıyor, her defasında kendisine fazladan birkaç gün ekliyordu. Dibe vurumun gerçekleşmesi için son şansının üstünün karla örtülmesine izin veriyor, aşması gereken duvarlara sırtını yaslayarak zaman denen kavramın üstünü toza bulamasını keyifle bekliyordu.

Ve bu sırada karşıdaki bayan ve siz bayım Zavallı anlatıcınızın çocuğun durumuna daha anlaşılabilir bir açıklama getirmesi derdindesiniz. Bunu yaptığınız için kendinizden utanmalısınız.


2 NUMARA GEÇMİŞ

Çocuk için bir şans var, o uyuyorken kendisine sunulan. Ama uyanıkken de yanından geçti. Ne derdi Le Petit ‘Asıl görülmesi gerekeni gözler görmez’. Onun kalbi gözlerinden de kör olmuştu. Gitmek için sabırsızlanıyordu belki ama kalmayı daha mı kolay sanıyordu. Her güzel gün için bir duygu kazanmak inancındaki çocuk pek çok günlerdir bu adeti unutmuş, gelecekteki şimdinin hesabını yapıyordu. Zavallı çocuğun gidememe ihtimaline kapalı hali geleceği onun için zorlaştırmaktan öte gitmiyordu.

Ve siz değerli okuyucu, neden bu çocuğa acıma duygunuzla yaklaşacağınıza hırsının kölesi olduğu için sinirleniyorsunuz! Siz ondan daha mı iyisiniz, kıyafetleriniz, statünüz, hayalleriniz onunkinden daha mı öte? Ondan farkınız var mı ki eleştirme cüretini kendinizde bulasınız.

HİÇ NUMARA GELECEK

Süslü pazar eşyalarından en beğendiği mızıkayı ağzına götürdü çocuk. Bir şeyler kazanması için çok şeyler çalması gerekiyordu. Tozlu rafların arasından onu çıkaran Exupery’ye ithafen en güzel Latin melodilerini peş peşe dizmeliydi. Gelecek üç saat öyle de yaptı.

Bazen yani demem o ki bazı zamanlar sevgili okuyucu insan gelecekten bir parçasını geçmişin içinde kaybeder. Bulduğunuz değerli günlere..

Zavallı anlatıcınız,
Anno Domini 1997, 17

23 Kasım 2010 Salı

yıllanmış palavra

En sıkı yumrukların altında ezilen ben değilmişim gibi davrandım. Bunu daha önceleri tekrarladığım olmuştu. Şu anki ötekilerden farklı bir durum sayılabilirdi fakat ben yine aynı bendim. Odada bulunanlara şöyle bir göz geçirdim ve dışarı çıktım. Demiştim ya ben bu gibi durumlara alışkındım. Yenilerden kısa boylu tıknaz olanın ‘ama neden, fakat nasıl’ faslını kesmesini beklemek sinir bozucu bir hal alıyordu. Tekrar içeri girdim, buna dalmak demek daha makul olurdu.

-Defolun.
-…
-Hemen.

Duvardaki saat 4ü henüz gösteriyordu. Odaya loşluk hakimdi. Kırmızı perdeyi azıcık sıyırdım, içeri ışık doldu. Karşıda kumkapı tren istasyonu, biraz dikkatli bakınca balıkçılar görünüyordu. Camın önündeki koltuğa oturdum, elim komodinin üzerindeki mektuba gitti, bir sigara yaktım. Dumanı, içeriyi aydınlatan ışığın üzerinde yükselirken sigaranın tüm zehrini vücuduma gark etmesini keyifle bekledim. En sıkı yumruklar demiştim ya, işte onu unutun. Böylesi bir ilkti. Büyük fantezisinden geriye kulağımda fasılın müziği vardı, çocuklara seslendim sesini biraz daha açtılar. Artık kapının arkasında neler fısıldadıklarını duymama imkan yoktu. Ben kafamı arkama yaslamış düşünüyor gibi yapıyorken onun rahatlamış bedeni hala sallanıyordu. Bu günlük yeter dedim. Çocukken de hep böyle sallanırdı. Ama bu günlük yeterdi. Mektubunu okumadan cebime soktum. Kalktım ve ayaklarından kaldırdım bedenini en tepeye. Tuttum, tuttum, tuttum, ta ki çocuklar gelip ipini kesene kadar. Sonra üzerime devrildi tüm bedeni. Ben ki en sıkı yumruklar altında ezilmiştim ya bu beden hepsinden ağırdı. Bırakmaya niyetim yoktu, merdivenlerden koşarak kaçtım, sahile indim. Hava soğuktu, ayaklarım buz kesmişti. Son gücümle kaldırıp denize fırlattım. Üstüme az su sıçratmadı kerata. Şişmiş vücudu yavaş yavaş suya gömüldü, gözden kaybolana kadar izledim. Arka cebimde durmaktan düzleşmiş paketi çıkarıp ağzıma bir sigara götürdüm ama yakmadım.

Tıknaz olan
-Amirim, dedi.
-Gerek yok, dedim öldü o.

Bütün gün ne yaptım yemin ederim bilmiyordum. Havanın kararmasıyla akşam için hazırlanmaya başladım. Mezenin en kralını hazırladım, bugün, dedim kendime bugün sek içiyoruz. Sofraya geçtim, hem sek hem yalnız içiyordum. Ne zaman ki kafam iyi olmaya başladı o an hatırladım mektubu -tek mirasımı-. Buruş buruş olan kağıdı düzelttim ama vakit okumak için çok geçti. Onun yerine bir mektupta ben bıraktım masanın üstüne bir de aklımda kalan tek aile fotoğrafını.

-yazmayı çok özlemişim-

22 Ekim 2010 Cuma

sümük muhabbet

Hastalıklı bir iş gününün ardından eve dönme çabam vardı sadece. Zeytinburnu'ndan tramvaya geçtik. Yanımda iş yerinden Zeki var, o da Kabataş'a geçecek. Başım ağrıyor, bir de uykum var ki sorma. Zeki başladı anlatmaya. Yok işte diyo ne yoğun bi gündü, işler böyle giderse bu ay iyi prim alırız, sonra yarın merkezden teftişe gelicekler aman geç kalmayalım. Bırak cevap vermeyi başımı sallamaya mecalim yok.

hayat tepe taklak (temsili)

Zeki bendeki mazlumluğu fırsat bilmiş olacak ki çenesi yerlerde. Yok diyor babam ölünce köydeki evleri satıp Beşiktaş'ta ev alıcam, yok toplamda 1 trilyonu bulursa kendime Burger King bayiliği alıcam, yok borsaya girip şirketin hisselerine ortak olucam. Bazen böyle içinden küfredersin ya hani dersin 'eh .mına koym bi sus artık'. İşte tam o kıvamdayım. Allahım susmuyor, ebesini anlatıyor, nenesini anlatıyor, geçen sikiştiği kızı anlatıyor. Allahtan o mukaddes ses duyuldu yoksa boğazlıycaktım ibneyi: 'Gelecek istasyon Eminönü, next station Eminönü'.  İnmek için kapıya yanaştım, hala arkamdan bağırıyor 'yarın geç kalma'. Bi siktir be Zeki.

Hemen Üsküdar vapuruna geçtim. İçerisi sıcacık, fazla da insan yok. Deniz resmen bütün stresimi, yorgunluğumu aldı. Yarınki teftiş için elimdeki evraklara şöyle göz ucuyla bir baktım ama sonra evde devam ederim düşüncesiyle bıraktım. Zaten iskeleye yanaşıyorduk da. Üsküdar'da inip karşıdan otobüse geçtim. Orta kapıya yakın koltukta seyehat etmeyi severim, yine oraya geçtim. Yanıma önce yaşıtlarına kıyasla daha olgun bir genç oturdu. Daha sonra yerini 75 yaşlarına yaklaşmış bir dedeye teslim etti.

Şimdi nasıl yaptığını hatırlamıyorum ama dede eskiden buralar böyle değildiden başladı ve tek kişilik muhabbetini siyasete kadar getirdi. Yok, Abdullah Gül bunların komşusunun oğlumuş da, yok bahçelerinde çok top oynamış da, yok hala gelir elini öpermiş de. Bir yandan kafamı sallıyor, bir yandan da telefonun birbirine dolanan kulaklığını çözmeye çalışırken dedeye mesaj veriyordum. Orta kapının önünde duran üç genç durumu farkedip bir dedeye bir de benim halime bakıp gülüşüyorlardı. İnmeme daha bir durak vardı ama atladım otobüsten.

böyle bişi yok
Yorgun argın binaya varmıştım ki birden kapının önünde kapıcı Muzaffer belirdi. Şimdi ki kapıcılar öyle eski filmlerdeki gibi değil, adam bana hesap soruyor. İyi akşamlar dileyip geçeyim demek ne mümkün. Halit bey dedi sizin birikmiş aidat var, onu bi şey yapsak olur mu. Ulan üzerimde de para yok ki, ben de dedim Muzaffer onu yarın akşam getirsem olmaz mı. Valla Halit Bey bana göre hava hoş ama biliyorsunuz işte yönetici bey bana kızıyor. 'Evde de para yok ki nasıl yapsak, bankadan çekip geleyim hemen' dedim. Muzaffer bana göz kırpıp neyse ben bu seferlik idare edeyim, artık yarına dedi bıyık altından gülerken.

Eve çıkıp, duş aldım, hemen evraklar üzerinde çalışmaya başladım. İçeriden şu şekil sesler geliyor:

''bir harf lütfen, A, ahh mastardan geldii, evet süreyi dudurduk'', biraz sonra ''Hamdi beye teşekkür ediyorum ama 76 bin liralık teklife yokum, Yokummm diyoooorrr'' peşi sıra ''yahu sevgili Bardakçı, o Yıldırım Bayezit'in yaptırdığı bir camiidir, hem (yazarın adını hatırlamıyorum) Ahmet'in Eski Mektuplar isimli kitabında da yazılıdır. Haa, evet ben onu okumuştum(ÇÜŞŞŞ)''.

İçeriye bağırıyorum ama duyan yok 'Aşkım, şu televizyonun sesini kapatır mısın, lütfen', 'alovvv, kime diyorum'. Biraz sonra ses kesildi, hanfendi yanıma gelip 'hadi aşkım yarın erken kalkıp bakarsın biraz da' deyip yatağa yolladı. Valla karşı koyacak halim de yoktu. Yatağa yattım, gözlerim kapanıyor, başım çatlıyor. Dedi gözlerini kapat bak sana ne göstericem, bilse açabilecek halimin olmadığını. Ne getirse beğenirsin...


Ben bunları yazarken;

@Turgut şu an çıksak Yunus Emre sahnesine yetişiriz, var mısın yok musun diye mesaj attı, ben de hamdi beye teşekkür edip yokum dedim. Zaten hali hazırda salı günü bir oyuna biletimiz var, önce onu izleyelim.

@Türkçeyi katlettim yazarken, bir de küfür ettim, bozuluyor bu çocuk demeyin ya da diyin, bilemedim ben.

22 Eylül 2010 Çarşamba

gece monologları

Pantolonumun paçalarının istanbul sokaklarında sürtmelerini seviyorum. Benim için gözler neyse pantolonum için paçalarda o. Bu yüzden pantolonumun paçaları geniş, boyu uzun.

                                                                               ***

Sürtmek demişken bence sürtmekle sürtük aynı şey değil. Sürten kişiye denmezki sürtük. Sürtük kötüdür, sürtmek iyi. Avare olmanın şanındandır sokak sokak sürtmek.

                                                                               ***

Ben basbayağıgece verimli olan bir insanım. Saat 24'ü geçti mi bende uykunun esir aldığı bir uyanıklık hali başlar. Hangi sınırda olduğumu kestiremesemdeverimlilik namına iyi işler yaparım. Üstüne geceleri asla nescafe içmem. Aslında gündüzleri de nescafe içmem. Yani ben aslında hiç nescafe içmem.

                                                                               ***

Çamur atmak deyimi de yerinde güzel. Misal çamur banyosu yapan birine çamur atmak fevkalade güzel.

                                                                               ***

Çok fazla bildiğimden değil ama nerede caz müzik olsa durur dinlerim. Tabi cazdan önde gelen önceliklerim de var Türk Sanat Müziği gibi. Artık yavaştan olgunlaşma dönemime girdiğimin bir işareti bunlar.

                                                                               ***

Hiç iki yanağın tadı bir olur mu?

                                                                               ***

İstisnasız her ailede 'büyüyünce ne olicen len kereta' diye sorulan sorulara 'doktor olicem' diye cevap veren bir velet ve ardından 'doktor olup beni iyileştirecek' diye atlayan bir nine vardır.

                                                                               ***

Saat 03.35se ve senin hala uykun yoksa bir önceki günü hiçbir şey yapmadan geçirdin demektir.

                                                                               ***

Işık kaynağına yaklaştıkça cismin gölge boyu uzar. Nereden çıktı falan deme, şimdi(o zaman) telefonun ışığının önünde kalem çevirirken çözdüm olayı.

                                                                              ***

Günümüzde her şeyin kurusu makbul. Meyveler bile hep kurutulup ihraç ediliyor sonra yaşın yanında kuru da yanar diye bir söz var. Buradan da kurunun iyi bir şey olduğunu anlıyoruz. Yani biri size piç kurusu derse hemen alınmayın. Sonuçta sizi bayağı yüceltmiş de oluyor.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

neden olmaz?


Bir sefer baştan söyleyeyim o iş olmaz. Ne demek nasıl olmaz! Olmaz işte, olmayacağı tuttu mu olmaz, canı istemez olmaz, morali bozulur olmaz, olmaz da olmaz. Sonra bu işlere bakan melekler var onlar istemezse hiç olmaz. Belki annenden beddua almışsındır beddua tutarsa da olmaz. Kim bilir sen kaç kızın canını yakmışsındır, onların ahı tutar olmaz. Hem Türkiye’de bürokrasi var olmaz.

Bir bakarsın kuyruk vardır, olmaz. Hadi diyelim sıraya kaynak yaptın, sistem çöker olmaz. Postacı kutuları şaşırır, olmaz. Kapıcı çöp sanır, olmaz. Tam olacakken şarjın biter, olmaz. Kredi kartının limiti yetmez, olmaz. Trafik vardır, olmaz. Işığa yakalanmazsın bu sefer lastiğin patlar, olmaz. Canın istemez olur, canın ister olmaz. Onsuz da olmaz, onla da olmaz. Geç kalırsın olmaz, erken gelirsin olmaz.

Kasa kapalıdır olmaz. Elektrikler kesilir olmaz. Silikonun patlar, olmaz. Karnın ağrır olmaz. Hoca kaldırmaz olmaz. Kablo kopar olmaz. Saksı düşer olmaz. Bon Jovi dinlersin olmaz. Ezel izlersin hiç olmaz. Ağzın kokar olmaz. Yani senin anlayacağın bir sefer olmayacağı varsa olmaz kere olmaz.

Ama bir de olacağı varsa bak o kesin olur.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

sıradan şeylerin boktanlığı

… Eski bir çiftlik evinin önünde durduk. Minibüsü arka bahçeye park ettikten sonra biraz soluklanmak, fazlaca da etrafı seyretmek gayesiyle temiz olmasını pek önemsemediğimiz sandalyelere oturduk. Manzaradan hatırımda kalanlar; sınırları çitlerle ve yer yer taşlarla belirtilmiş yemyeşil tarlalar, çok uzakta koyunlarını otlatan fakir bir çoban, yakınımızda üzerine bezler bağlanmış eski bir ağaç ve bir de ara sıra kendini gösteren çekingen güneş.

***

Saat 4 gibi ön taraftan bir motor sesi geldi. Pek önemsemesekte içimde bir merak oluştu. Ürkek adımlarla ön bahçeye doğru yürüdüm. Görüş açıma önce köşeye park edilmiş altın sarısı bir motosiklet girdi, sonrasında tüfeğini yanına indirmiş, başını öne eğip çiftlik kapısının önüne oturmuş yaşlı Paul. Ayağında çamurlu botlar, üzerinde paçaları kirlenmesin diye kıvırdığı gri bir tulum, üstünde kollarını kıvırdığı gri oduncu gömleği, başında takımı tamamlayan gri kasket. Paul’u tanımayan birisi, onu beyaz ve dolu dolu sakallarıyla pek ala Can Yücel’e benzetebilirdi.


Beni görür görmez ellerini baba şefkatiyle açıp sıkı sıkı sardı, sanki yılardır bu anı bekliyormuşuz gibi. Hal hatır ettikten sonra bahçeye güzel bir sofra kurduk. Paul rakıyı bilen hatta yanına karidesten iyi mezeler hazırlayabilecek ustalıkta bir İskoç’tu. Sofranın krallara layık olduğunu söyleyemesem de eski dostlara layık olduğu aşikârdı. Çatallar mezelerle buluşuyor, mezeler midelere iniyor, boşalan bardaklar yenileniyor, eski günlerden sohbetler açılıyordu. Benim tek düşündüğüm ise James Dean’in halt etmiş olma ihtimaliydi çünkü insanın böyle bir manzara karşısında ne hızlı yaşaması gerekiyordu, ne de genç ölmesi.

***


Hava, güneşin hükümdarlığını tümüyle yitirmesiyle yerini mevsim yağmurlarına bırakacak gibiydi. Hatta beklediğimiz gerçekleşti. Ne kadar yüksekten geldiği belli olmayan bir yağmur damlası, bardağımın içindeki suyla kucaklaştı ve ben bunu gördüm. Bazen bir saniye ötekinden daha uzun gelir ya insana, işte öyleydi. Bahçeyi öylece bırakarak eski merdivenleri, eski gençliğimizle, birer ikişer zıplayarak geçip eve ulaştık. Paul bizim için iki de güzel divan hazırladı. Sabaha kadar bir güzel uyku çektik. Sabah uyandığımızda Paul henüz uyuyordu. Aslında dostlara yakışır bir vedalaşma yapamadık. Masasının üzerine gençliğimizde çektirdiğimiz ve onun kaybolduğunu sandığı fotoğrafı bıraktım arkasına tarihi yazarken.

Sevgilerle Paul.
Mayıs 1989

11 Temmuz 2010 Pazar

iki beyefendi

İki beyefendi. Pangaltı’dan Taksim’e doğru yürüyorlar. Biri ötekinin söylediği marşa ıslıkla eşlik ediyor. Uzun olanın üstünde çizgili beyaz bir gömlek, keten bir pantolon. Islık çalanda ise siyaha yakın bir takım elbise; neredeyse eski bir ceket, dağınık ama temiz sarı saçlar. Kolunda hangi tarihten beri çalışmadığı belirsiz bir saat. Yanlarından geçen piç özenmiyor değil hani.

İki beyefendi; biri 70ine merdiven dayamış, öteki 60’ın ortalarında. Taksim’den aşağıya salınıyorlar. Uzun olanın elinde baston. Yeni Rüya kapanalı 1 hafta bile olmamış, önünde bir sokak çalgıcısı. Elinde 1985 yapımı bir Hohner marka mızıka. 50’li yaşların verdiği yorgunluğun ispatı, arada bir dinlenmek için önüne koyduğu iskemle. Siyah takım elbiseli yanına yaklaşıyor, cebindeki birkaç bozukluğu mızıkacının önüne bırakıyor şapkasıyla adamı selamlarken.

İki beyefendi. Ağır aksak da olsa yürüyorlar yine. Uzun olanın saçları bembeyaz, sakalları yeni tıraşlı. Saat yanlarından geçen yorgun tramvayın son seferine yakın. 40’lı yaşlarının başındaki kaptan duruyor önlerinde. İçeri buyur ediyor eliyle iki beyefendiyi. Teşekkür ederek geri çeviriyorlar bu teklifi. Hâlâ yürümek tek gayeleri.

İki beyefendi. Hava biraz kırgın. Ne de olsa sonbahara güven olmaz. Uzun olan sağ elinde tuttuğu parkasını giyinmek için bastonunu San Antuan’ın gösterişli duvarına yaslıyor. O sırada baston yokluktan beliren bir rüzgarla savrulup yere kapaklanıyor. Tam almak için eğilirken zarif bir el bir çırpıda bastonu yerden alıp beyefendiye uzatıyor. Kızın suratında çok samimi bir gülümseme, göz kenarlarında hafif kırışıklıklar. 30 yaşından gün almamıştır belki. Sağ elini beyefendiye uzatmak için İncil’i sol eline alıyor dikkatlice. Sonra içeriden iki kadeh şarap getirmeye gidiyor. Döndüğünde kimseyi bulamıyor elbette.

İki beyefendi. İstiklal’in sağından yürüyorlar neşe içinde. Soluklanmak için Baylan’a giriyorlar. Pastahane kapanalı yarım saat olmuş lakin onlar özel misafirler. Pastahanenin sahibi tatlı ikramından sonra torununa dönerek kahve yapmasını rica ediyor beyefendilere. Torunu 23 yaşında bir delikanlı. Üniversite tahsilini tamamladıktan sonra aile mesleğini devralmak için geçmiş mutfağa. Şimdi üç beyefendi kahvelerini yudumlarken bu kahvelerin en fazla 10 sene hatırı olduğunu biliyorlar. Hatta siyah takım elbiseli olan, kendisine en fazla 5 sene daha ömür biçiyor.

İki beyefendi. Saat yeni günün ilk tiktaklarında. Beyoğlu’ndan sonra Tünel son durak. İstanbul’da ilk yağmur damlaları. Ortada bir şeyleri protesto eden her yaştan insan. Köşede mendil satan 10 yaşlarında iki çocuk, arkalarında annesinin kucağında uyuya kalan 1 yaşında bebek.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

mavi mi, kırmızı mı?

Hayatta zor günler geçiriyorsun. Hatta bu seferki en zorlarından. Biraz olsun kafanı toparlamak için mutfağa gidiyorsun, dolabı açıp içi dolu kahve fincanına uzanıyorsun. Aklına iki şık geliyor. Ya kahve fincanı avuçlarının arasından kayıp yere düşüyor ya da kahve fincanı boş.

Sonra vazgeçip odaya dönüyorsun. Bilgisayarının yanı başında bıraktığın kitabın arasına ayraç diye yerleştirdiğin telefonu alıp arkadaşını aramak istiyorsun. Tam o anda aklına iki şık geliyor. Ya telefonunun şarjı bitmiş ya da hiç kontörün kalmamış.

En sevdiğin sözü söylüyorsun ‘olur öyle’. Gerçekten de oluyor bazen. Tedirginliğini üstünden atmak için bilgisayarından sakin bir şarkı açıyorsun: Eddie Vedder; Guaranteed. Biraz rahatlar gibi oluyorsun. Başına gelenleri düşünmek için yatağına uzanıyorsun. Bir anda şarkı sesi kesiliyor, bilgisayar mı bozuldu derken çamaşır makinesinin de durduğunu fark ediyorsun. Aklında yine iki şık: ya elektrikler kesildi ya da arkadaşın yine faturayı yatırmayı unuttu.

2 saat geçmesine rağmen elektrikler gelmiyor. İşte şimdi hapı yuttun. Akşam giymek istediğin elbise çamaşır makinesinde, üstelik henüz temizlenmemiş vaziyette. Ne yazık ki kararını değiştirip daha önce burun kıvırdığın beyaz elbiseni giymek zorundasın. Buna da şükür diyen bir havan var. Buluşmaya geç kalmamak adına hemen giyinip dışarı atıyorsun kendini. Bu saatte bir taksi bulman, şansın sana döndüğünün bir işareti gibi. Ama yolda anlamsız bir trafik var. Aklında iki şık beliriyor. Ya ileride bir yerlerde kaza olmuş ya da yol çalışması var.

Buluşmaya iyiden iyiye geç kalıyorsun. Şoför deneyimli olmalı ki ara sokaklardan giderek seni barın önüne hemencecik ulaştırıyor. Şoförün bu iyiliğine karşılık suratın biraz olsun gülümsüyor. Hiç vakit kaybetmeden arabadan inip kaldırıma adım atıyorsun. Zaman yavaşlıyor, adımı atar atmaz ayağın kayıyor. O gizemli anlardan birinde yine aklına iki şık geliyor. Ya ayağın burkuluyor ya da ayakkabının topuğu kırılıyor.

İlk şıkka göre ikincisi daha merhametli. Evet, ayakkabının topuğu kırılıyor. Bu anda işte o çok sevdiğin durumu kurtarabilme kabiliyetin devreye giriyor. Hemen köşedeki ayakkabıcıdan bir babet ayağına geçiriyorsun. Biraz terlemiş olmana rağmen hala güzel kokuyorsun. Barın kapısının önüne geliyorsun, saatine bakıyorsun. Neredeyse 1 saat gecikmişsin. Yine de bu kadar terslikten sonra iyi bir şeyleri hak ettiğini düşünüyorsun. Bara giriyorsun, sahne de bir grup, dillerinde Everly Brothers’dan ‘bye bye love, bye bye happiness’.

Kızgınlığın, öfken, umudun, hayallerin bir anda çullanıyorlar üstüne. Hayata tutunabilmek için iki şık var önünde; iki kablo, birisi doğru, birisi yanlış. Makasın elinde fakat hangi kabloyu kesmen gerektiğine karar veremiyorsun.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

bavulumu topluyorum

Yaz geldi ya dost sohbeti çekiyor canım. Öyle bahar şenlikleriymiş, adalara gezilermiş; toplu organizasyonlara kapalı bünyem. Bütün emelim teklik üzerine, en fazla bir kişiye daha yer var yanımda. Kaçacak yerde sessiz sakin olmalı, dere kenarı mesela, iki iskemle, bir de gün batımı yeter. Oltalarımız dereye savrulmuş belki ama balık tutmak için değil, tablo tamamlansın maksat. Ne konuştuğumuzun da pek önemi yok, suratsızlar kahvesi değil burası. Bir yerlerden kronik Beatles çalıyor; benim tercihim Yellow Sub-marine olsa da Yesterday e hayır diyecek halim yok. Hani oturmuşuz iskemlelere, sırtımızı yaslamışız -sen filmlerde olur zannedersin böyle sahneler-, güneşin battığı yerden Raskolnikov yükseliyor. Bir sonraki durağı başka bir Akdeniz ülkesi, belki Giro’ya da selam götürür. Eve elimiz boş dönmektense, mısır tarlalarının arasından geçerken bir iki mısır çalmanın kime ne zararı dokunabilir ki!

Belki de bu sefer Alaska’ya giderim. Ne de olsa burası hayal limited. Düşünsene keskin bir soğuk, su üstünde buzullar, köşede mürettebatına bir şeyler anlatan kaptan. İnsanları arkamdaki bara giderken görüyorum, takılıyorum peşlerine. İçeride soğuk ülkenin sıcak insanları, ortada eskimiş bilardo masası, sahnede reggie söyleyen rastalı zenci, tezgâhın arkasında koca kafalı barmen, altımızda yine iskemleler. Burada da dost sohbetleri koyu ve samimi. Yanıma bir denizci oturuyor, başıyla beni selamlarken ya da ben öyle hayal ediyorum. Elini kaldırıp bir içki istiyor, iki parmağı eksik. Verdiğine benzer bir selam verip kalkıyorum. Yerime rastalı zenci oturuyor, ben de bozukluğumu müzik kutusunu atıyorum. Bir anda herkesin dudağında Noir Desir’den ‘le vent nous portera’…

Bavulumu toplarken dalıyorum bu rüyalara sonra bu fotoğrafa takılıyor gözüm:

nathan&claude miller

Hele şükür yazıyorum, işte buna sevinçliyim. İstanbul Film Festivali’ne gelen ve beni ayağına götüren filmi bu kadar süre pas geçtiğim için üzgündüm ki bundan da kurtuldum. Orijinal ismiyle ‘Je suis heureux que ma mère sois vivante’, İngilizcesiyle ‘I am glad that my Mother’s alive’ ve Türkçesiyle ‘Annem hayatta olduğu için mutluyum’ her yönüyle gerçek bir Fransız filmi. Hiç efekt yok, yüksek bütçeli bir kadrosu yok, inanılmaz bir görsel şöleni yok ama ‘FİLİM’ işte. Lisan farkı da olmasa tam Türk filmi niyetine izlenebilir.

Filmden sonra yönetmen Claude Miller ve anne rolündeki Julie Martino ile de sohbet etme fırsatı bulduk. Bu sayede filmle ve gelişim süreciyle ilgili bilgi edinme fırsatı buldum.

Filmin hikâyesi 20 sene öncesine dayanıyor. 20 sene önce bir gazetede küçük bir haber çıkıyor. Haberde annesi tarafından küçük yaşta evlatlık verilen bir çocuğun gençlik döneminde öz annesini bulup defalarca kez bıçaklamasına yer veriliyor. Bunu okuyan Fransız bir yapımcı senaryoyu oluşturuyor ama önündeki 20 sene içinde filmi çekmeyi başaramıyor. Daha sonra yapımcı projeyi Nathan Miller’a götürüyor. O da oğluyla beraber çekme düşüncesiyle oyuncuları ayarlıyor ve çekimlere başlıyor. Ancak baba-oğlu bu işi birlikte götüremeyeceklerini anlayınca Nathan Miller filmi oğlunun eline bırakıyor, gereken kısımlarda yardımlarını esirgemiyor.

Haberdeki kahramanları bulmak, onlarla konuşmak istediniz mi diye sorulan bir soruya da hayır diye cevap veriyor Nathan. Korkusu, gerçek kişileri bulursa ona göre bir son hazırlamakmış.

Filmin sonunu anlatmak pek huyum olmadığı ve spoilerla süslü bir yazı yazmak istemediğim için izlemenizi önemle tavsiye ediyorum. 2 saat boyunca ara olmadan izlemek hayatımın en keyifli vakitleri arasında şimdiden yerini aldı.



3 Mayıs 2010 Pazartesi

küçük iskender; 666

Beat kuşağını ne kadar sevsem de, Küçük İskender'in 666'sından çıkardığım tek baba söz;

''Aynaya bakıp da kendini 'hiç de fena bulmayan her erkek', eşcinseldir. Çünkü sonuçta, bir erkek olarak beğendiği şey, yine bir erkektir'',

oldu.



Beat kuşağı benim için candır, türkiye şubesi Küçük İskender ise canan. İtalyanların dediği gibi emek harcanan her şey güzeldir fakat 666'da o tadı alamadım. Elbette Allen Ginsberg'le yarıştırmıyorum ama okurken hissettiğim özgünlüğü, hayat tarzında bulamıyorum İskender abi. Yoksa Beyoğlu'nda elimde içmiş gibi yaptığım şarapla seni dinlemek -bilmeden- sarhoş olmak kadar keyifli, buna sözüm yok.


Sizce de yanlış mıyım abiler?