9 Şubat 2013 Cumartesi

5 Ocak 2013 Cumartesi

yalnızlık bir insanın ters yüz oluşu gibi bir şey (aka. bu iş burada biter)


aka.'nın aka.'sı: blogun son yazısı

''cahille budalanın ne yapacağı belli olmaz.''
 cüneyt arkın

önce bir hikaye yazdım, sonra hikayenin bir kısmı gerçek oldu, işe girdim. sonra yeni bir çevre edindim. sonra kendime hiç vaktim kalmadı. sonra otobüste aşık oldum. sonra her gün aşık olduğum kişiyi görmek için otobüsü beklemeye başladım. sonra otobüste hep kitap okudum. sonra üç aydır kitap okuyamayan ben iki haftada üç roman bitirdim. sonra her öğlen farklı yerlerde yemek yedim. sonra eve dönerken müzik dinlemeye başladım. sonra finallerim başladı. sonra ders çalışmak yerine saçma sapan yerlerde vakit öldürdüm. sonra kendime sitem ettim. sonra kitaplarımı topladım, hepsini raflara yeniden dizdim. sonra karnım acıktı. sonra sabahtan kalma bir şeyler yedim. sonra tekrar saçma sapan şeyler yapmaya başladım.

önce bir plan yaptım, sonra planı uygulamaya geçirmek için zaman kollar oldum. sonra bir gün olmadı. sonra başka bir gün daha olmadı. sonra bugün planımı uygulamaya koyma vaktim geldi. sonra işte bu yukarıdaki şeyleri yazdım. sonra bitiriş için güzel bir cümle aradım. sonra son cümleler akılda kalmalı diye düşündüm. sonra kendimi biraz daha sıktım. sonra bulamayacağımı anladım.

nihayetinde birilerine teşekkür etmem falan gerekiyor sanırım ama ben kime teşekkür edeceğimi bilemiyorum, iyisi mi bu faslı da kapatayım. çünkü birisine yazdıklarımı okuduğu için teşekkür edemem. zaten yazdıklarımı benim teşekkürüm için değil kendi keyfi için okumuş olmuyor mu! ben en fazla onu bu keyiften mahrum ederim ki o da ne haddime.

şu anda anladım ki ben veda konuşması yapamayan bir insanmışım ama siz sanki yapmışım hatta alasını hem de nasıl yapmışım gibi davranın. en azından son sözü olarak 'mutlaka ezberinizde bir şiir bulunsun, zira lazım oluyor,' gibisinden bir şeyler dedi diye hatırlayın.

neredeyse üç senedir buradayım. başlarda insanlar takip edilmem için gidip başkalarını takip etmem, onlara yorumlar yapmam gerektiğini söylediler. bana saçma geldi. az kişi beni bilip takip etsindi ama benle şans eseri karşılaşan insanlar olsundu bana yeterdi. öyle de oldu. bu sebeple ne kadardır burada olduğunu bilmediğim arkadaşlarıma da iki çift laf etmek isterim.

bymutu: sevgili bymutu, blogun da yaptığın tespitler de çok sıkıcı. seni nasıl 1125 kişi takip ediyor anlamış değilim, yaptığın bir dolu imla hatasından ve düşük cümlelerinden hiç bahsetmiyorum bile. ama böyle mutluysan ne iyi.

serhat: sevgili serhat, blogunda paragraf aralarına ne olursun boşluk koy, azıcık göze hitap et. kaldı ki senin yazdıkların ve paylaştıkların da bymutu'yla yarışır biçimde sıkıcı. seni de 131 kişi takip ediyor, akıl alır gibi değil. ne ki mutluysan sorun yok.

dublörün daniskası: sevgili dublörün daniskası, bu yazıyı birkaç gün önce yazsaydım, senin ismin bana hala saçma geliyor olacaktı, ne ki artık nereden geldiğini biliyorum. her ne kadar uzun zamandır yazmasan da belalı sevgili serisini güzel bir son yazıyla bitir ama yazmayı sakın bırakma, kıyıda kalmış olman güzel yazdığın gerçeğini gölgelemez.

harry goaz: dear harry, you are followed by 3533 persons which is actually amazing achievement. but i still couldn't give a meaningful explanation to your choice about following me. i am asking that basic question: why does that man follow me? i am not sharing photographs or something else, i am not even speaking his language. then one reason springs to mind: he followed me just because i become aware of his blog. but sorry dude, despite of the fact that you are doing a good job, i wouldn't follow you. take care, this is my last blog update.

..crimsondays: sevgili ..crimsondays, ilk defa şimdi aradım taradım kim olduğuna baktım, yakışıklıymışsın evvela. ama benim tumblr sayfan için daha güzel sözlerim var. her genç kızın hayalini süsleyen bir tumblr sayfası oluşturmayı başarmışsın. ben takip eder miydim, hayır. ama eminim ki zaten kendin için paylaşıyorsun her şeyi, beğenmeyen girmeyebilir.

hegesias: sevgili hegesias, seni hiç anlayamadım, neler söylediğini hele hiç anlamadım. soyut yazıyorum diyorsan o ancak resimlerde olur. bir daha yüzünü hiç bir yana dönme ve yazmana ara verme.

aktifyiyici: sevgili aktifyiyici, 7 elemanlı bir kümenin boş elemanı gibisin. bir ara blog yazıyordun, bırakmaya da bilirdin ama senin kararın.

heja bozyel: sevgili heja bozyel, senin hakkındaki düşüncelerim baki. zaten sen de hayatının akışından memnunsundur sanırım.

diğer arkadaşları bireysel tanıdığım için onlara sözüm yok.

nihayetinde hiç bir zaman bir murat menteş, bir alper canıgüz olamayacağım, en çok da bunu şimdiden bilmek üzüntü veriyor.

''duygularımı saklamayı iyi bilirim.''
 komiser cemil - cüneyt arkın

15 Aralık 2012 Cumartesi

ilk sevinmemiz süreyya operası'nda

''iyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, savaşta ve barışta, dünyada ve marsta, gündüzde ve gecede birbirinizi seveceğinize, koruyacağınıza söz veriyor, öncelikle burak bey'e sormak istiyorum, naif kızı gülseren'i eşliğe kabul ediyor musunuz?''

''evet.'' şak şak şak şak. bana neden sordu ki şimdi, önce gülseren'e sorsaydı keşke. o çok takar böyle şeylere.

''şimdilik önceliği erkeklere verelim, sonra zaten bize geçer di mi canım. neyse neyse uzatmayayım efendim. peki siz gülseren hanım, başta saydığım hususlar çerçevesinde naim oğlu burak'ı eşliğe kabul ediyor musunuz?''

''evet.'' 
''ben de ü. ilçesi belediye başkanının bana verdiği yetkiye dayanarak sizleri k... koc. il.. ed . y. gelini ö. pe.....

anılar aklımdan hep garip anlarda koptu, bakarak takip etmediğim hiçbir olayı aklımda canlandıramadım. binlerce kez üzüldüm bakarak takip etmediğime, iyi bir dinleyici olmadığım kanısına vardım, bunun için doktora dahi gittim, psikolojik olabilirmiş. sonra ara verdim, hatırlarım, hatırlamalıyım diye düşündüm, bunları düşünürken boş durmadım bir sigara yaktım. zihnimin içinde belki zorlarsam çıkarabileceğim tepkiler aradım.

''burak bey, ben söylemeden de eşinizi öpebilirsiniz, ilahi.'' ne münasebetsiz bir kadın bu da, gülseren kıpkırmızı kesildi, neyse öpeyim de rahatlasın bari. gerçi burayı da o seçti, benim ne kabahatim var. dur daha da uzun sarılayım kolay kolay geçmez kızarıklığı. gerçi takı töreni de burada olacak, hızlı davransak iyi ederiz, zaten diken üstünde hissediyorum. heh, görevlilerden biri geliyor bu tarafa.

''afedersiniz, takı törenine geçm..i. ger...yo. da sizi ş......

sonbaharın başında bozan hava içinde kış mevsiminden esintiler barındırır. tam da öyle bir güne döner tüm sözcükler. amansız hastalığın pençesinde cebelleşen sinsi yağmur damlaları olur soğuk, ıslatır etrafı, hasta eder insanı. dönmek istemediğim kısmi zamanlı baş ağrıları gibi kıvrandırır, hiç tanışmak istemediğim iş arkadaşları gibi yapışır yakama. sessizlik bir andan daha kısa bir an, ardından gürültü, sistematik hız, mekanizma, çelişki, sünepe. bütün küfürler sıralanır aklımda. oturur, geçmesini beklerim, hırslandıkça kalp çarpıntım çarpı sinir katsayım kadar tahammülsüzleşirim. hissizleşirim bir süre sonra. hatırlayamamak insana bu kadar acı verir işte.

''teşekkürler ahmetcim, artık darısı başına, tabi tabi oturmaya da bekleriz.'' gülseren kesin bana gülüyor, gerçi ben de neler söylüyorum, demek ki damat olunca kaçarı yok böyle konuşuyormuş insan. hakkında atıp tuttuğum herkesten özür diliyorum. 

''tabi afife teyzecim, bir hafta sonu maaile bekleriz, ayağınıza sağlık.'' ya, gülseren hanım gülme komşuna demişler, şimdi anladın mı benim halimi! işe bak, afife teyzesi doğru düzgün çekmesi için fotoğrafçıyı uyarıyor. ben de güleyim derken acaba çok mu sırıttım, gerçi ben hayatımda hiç bu kadar çok fotoğraf çektirmedim ki, ne kadar güleceğime nasıl karar vereyim. keşke prova etseydim, kim bilir nasıl şapşal çıkıyorum, zaten belim ağrıdı.

''burak, akşam sana he.a..nı sora.r.m g.lme b....
''efendim gülseren, ne dedin?'' afife teyzesi bir kez daha öpmek için gülseren'i çekiştirince sorum da havada kaldı, neyse sonra sorarım.

niye sonra, niye şimdi değil de sonra. sanki sonra aklında tutup da sordun mu! bunu söylerken suratı nasıldı acaba? kendisine güldüğümü anlamıştır da kesin kızarmıştır yine. suratına baksaydım keşke ama o sırada fotoğraf çektiriyordum. sahi kimle fotoğraf çektiriyordum ben o anda, onu hatırlarsam suratını da bir ihtimal görebilirim. hatıralar silinir mi insanın aklından, ben silinmeyeceğini sanırdım. şimdi suratını bile hatırlamıyorum. belki sokakta onlarca gülseren görüyorum, gözlerimin içine bakarak ben buradayım, baksana bana diyorlar, hatta bazılarına ben de bakıyorum ama o anı hatırlayamıyorum işte. 

1 Aralık 2012 Cumartesi

istanbul tasarım bienali'nin 10 atlısı

geçen perşembe istanbul tasarım bienali'nin galata özel rum ilköğretim okulu'ndaki adhokrasi sergisine gittim. tek girişlik öğrenci bileti 5 liraydı, 10 lira verirsem hem iki sergiye de girebileceğimi hem de  6 lira değerindeki güzel mi güzel program kitapçığını (bence bayağı kitap yani) ücretsiz alabileceğimi söylediklerinde kararımı ikinci şıktan yana kullandım. planım tophane'ye geçip hem istanbul modern'i hem de musibet sergisini gezmekti. lakin adhokrasi'den sonra doğan'la beyazıt'a gidip geri dönene kadar bir güzel hastalandım, akşama kadar da doğan'ın stüdyosundan çıkmadım. akşam stüdyodan ayrılırken gelecek perşembe için sözleştik. 

bu perşembe öğlen 3 gibi kumrumu alıp gittim stüdyoya. pirket ve akü'yle (stüdyonun kedileri) karnımızı doyurduktan sonra onları bırakıp istanbul modern'e geçtik. girişte tasarım bienali için kurulan bilet standına yöneldik. doğan bilet almak için bilgilerini verirken bir öğrenci biletine iki öğrencinin girebileceğini söylediler. ben de geçen hafta bilet aldığımı ama bana böyle bir bilginin verilmediğini söyleyip biletimi uzattım. biraz göz gezdirdikten sonra doğan'a ücretsiz bir bilet verdiler. açıkçası modern'in giriş katını dolaşmak benim için gitgide sıkıcı bir hal alıyor, doğan'ı biraz acele ettirerek alt kata geçtik. 

bienalle ilgili şöyle bir söylenti var: ''adhokrasi iyi de musibet biraz zayıf kalmış.'' kim uyduruyor böyle şeyleri hiç anlamıyorum, bir de bunu bana söyleyen üç kişinin ikisi henüz sergiyi görmemiş bile. ben sakın ola söylentilere inanmayın, gidin kendi gözünüzle görün derim. 

insanın beğeni algısı hayat deneyimleriyle şekillenir diyor kendi ilk 10'umu sıralıyorum.

10. kamusal tasarım desteği / jesko fezer
hamburg'un st. pauli semtinde yaşayanların gündelik hayatlarını kolaylaştırmak için öğrenciler haftada iki saat ücretsiz tasarım danışmanlığı yapıyor ve küçük bütçelerle kullanıcıların sorunlarına tasarımsal çözüm yolları üretiyorlar. bu proje sayesinde hem öğrenciler pratik yapma imkanı buluyor hem de semt sakinleri istedikleri çözümü ücretsiz alabiliyorlar.
galata özel rum ilköğretim okulu//adhokrasi

9. lego adam uzayda / mathew ho, asad muhammad
her ikisi de 17 yaşında iki genç, el ısıtıcılarına sarılı birkaç fotoğraf makinesi, strafor, 2.8 metrelik helyum dolu bir balon, bir gps aleti, bir paraşüt, kanada bayraklı legoları ve 400 dolarlık bütçeleriyle 1960'larda elde edilmiş kalitede uzay videoları elde etmişler. daha sonra gps ile lego adamlarının düştüğü yeri tespi edip geri almışlar. işin garibi video rum ilköğretim okulunun tavan katına çıkarken arada kalan ufacık bir bölmede sergileniyor ve çoğu ziyaretçi görmeden geçiyor. sonra efendim bizim öğrencilerimiz niye bik bik bik gibi bir muhabbete girmek istemiyorum.
galata özel rum ilköğretim okulu//adhokrasi


8. islam, cumhuriyet, neoliberalizm / burak arıkan
üç farklı ağ haritasında istanbul'a yayılmış olan camilerin, cumhuriyet anıtlarının/müzelerin ve alışveriş merkezlerinin etki alanlarına göre birbirine bağlanışı gösterilmiş. bienaldeki çoğu işte siz bir tüketim içine girerken burak arıkan'ın işi sizi düşünmeye sevk ediyor, bilhassa müzelerle alışveriş merkezlerinin ağ haritasını karşılaştırdığınızda.
istanbul modern//musibet


7. robokopter / durane journalism
rum ilköğretim okulunda geziyorum, bir odadan sinek vızıltısı gibi bir ses geliyor, girişi de perdeyle örtülmüş. içeri girince karşılaşıyorum robokopter'le. kendisi haberciliğin geleceği olarak konuşuluyor çünkü her yere girip çıkabiliyor, yükselip alçalabiliyor, polis barikatlarının arkasına geçebiliyor. amacı şiddeti görünür kılarak engellemek, başarır mı bilemem ama benim sinemada kullanmaktan yana fikrim var. flycam'lerden aşağı kalır yanı yok.
galata özel rum ilköğretim okulu//adhokrasi


6. pantheon / les ux (urban experiment)
urban experiment 1981 yılında kurulan hacker ve sanatçılardan oluşan gizli bir kolektif. paris'in yeraltını avuçlarının içi gibi biliyorlar. yıllardır çalışmayan bir saati tamir etmeye karar veriyorlar ve belgeselde tüm bu süreci bize aktarıyorlar. o kadar rahatlar ki bazı geceler müzenin içine sinema kurup film izliyorlar, o derece. belgeseli rum ilköğretim okulu'nun çatı katında izliyorsunuz ve oturduğunuz koltuklar saati tamir ederken geceleri oturup soluklanmaları için yaptıkları koltukların ta kendisi. ben belgeselin son dakikasına yetişmişim ama tekrar başlamasını bekleyip baştan sona izledim. çatı katı biraz soğuk olur demeyin koltuklardan birine tüneyip izleyin. 
galata özel rum ilköğretim okulu//adhokrasi


5. ravintolapaiva / restaurantday.org
helsinki'de bir restoran açmanın bıktırıcı bürokratik zorluklarından doğan restoran günü yılda iki kez düzenlenen, herkesin bir günlüğüne restoran sahibi olabileceği bir festival. zaten restoran açmak isteyen benim gibi bir bünyeyi ne kadar mutlu eden bir olaya imza atıyor şu helsinkililer bir bilseler. insanları kendi bahçene davet ediyorsun, kendi tatlarını hazırlıyorsun ve servis ediyorsun. fatih akın'ın soul kitchen filminin bir benzeri gibi, ah ulan nasıl özeniyorum, öyle böyle değil. ayrıca belediye izni olmadığı için yarı yasal bir faaliyetmiş, zaten en doğrusu da bu. 
galata özel rum ilköğretim okulu//adhokrasi


4. soundspace / sertaç kakı
görevlinin feneriyle karanlık bir odaya giriyoruz, ardından görevli kapıyı kapatıyor. şehrin hiç dikkate almadığımız sesleri birer birer üzerimize geliyor, arkamızdan yaklaşan sinek burnumuza doğru hareket ediyor, uzaklardan duyduğumuz siren sesi biraz sonra üstümüze doğru gelen trenin habercisi, herkesin bağırtısı arasında dilenen adamın sözlerini işitiyoruz, balıkçıların tezgahlara çarptığı suyun sesi kulaklarımızda. derken görevli kapıyı açıyor tekrar dünyaya dönüyoruz. 
istanbul modern//musibet


3. 40 nasihat made in istanbul
serginin açık ara en çok dikkat çeken iki eserinden biriydi 40 nasihat. fotoğrafların altında durumu açıklamaya koyulmuş ufak yazılar vardı. fotoğrafların hepsi uzun uzadıya incelenecek tarzda. gecenin bir yarısı eminönü'nde ayaküstü dövme yaptıran biri, binanın çatısındaki spor kompleksi, doğru dürüst yedek kulübesi bile olmayan stadın locası ve sokak ortasında bilgisayarını prize bağlayan çocuk benim aklımda kalan işlerden birkaçı.
istanbul modern//musibet


2. istanbul-o-matik / cem kozar, ışıl ünal
teknolojiyi kullanarak ziyaretçiyi aktif tutan, onu da oyuna dahil eden eserler her daim ilgi çeker. istanbul-o-matik sürekli değişen istanbul silüetine sizin nereden bakmak istediğinizi sorguluyor ve buna uygun bir cevap ortaya koyuyor. yaratmak istediğiniz istanbul silüeti butonunun üzerine çıktığınızda şehir ona uygun bir hal alıyor. dikkat ettim de biz oradayken kimse istanbul'u yeşil'le görmek istemedi, işte bunlar hep rastlantısal.
istanbul modern//musibet


1. imagine / pedro reyes
meksika'da bireysel silahlanmadan rahatsız olan bir adam var. adam silahını kendisine teslim edenlere bir dükkandan ev eşyası alabilmelerine olanak sağlayan kuponlar veriyor. silahlar birikiyor, eritiliyor ve ağaç dikmek için kullanılacak küreklere ham madde oluyor; silahlar birikiyor, şekilleri değiştiriliyor ve müzik enstrümanları yapılıyor, yetmiyor bir orkestra kuruluyor ve bu enstrümanlarla konserler veriliyor. bazen bir birinci ararsınız, bulduğunuzda içiniz onu rahatça birinci seçmeye el vermez ya, işte böyle bir şey yok. pedro reyes açık ara en iyi şeyi yapıyor. 
galata özel rum ilköğretim okulu//adhokrasi

23 Kasım 2012 Cuma

tıkanmış hayatlar da akmaya başlar

hayatım o kadar sıradan ilerliyordu ki bazen sırf heyecan katmak için asansör aşağı inerken sertçe zıplıyordum. gerilimi hissediyor, sallantıyı fark ediyor ama bir türlü iplerin kopma sesini duyamıyordum. asansör dahi verdiğim etkiye bir tepkiyle karşı koyarken ben hayatımdaki tıkanmışlığı, akmazlığı, bozukluğu gidermek adına hiçbir şey ileri sürmüyordum. 

ama bir gün biri bu tıkanıklığı giderdi, hayat akmaya başladı, önlenemez değişimler kapımı çaldı ve ben peşi sıra gelen çokbaşkagaripolayların hızına yetişene kadar her şey çoktan olup bitti. ilkindeki aşırı bayağılık ikincisindeki anlaşılmaz karmaşa: hayatımın özeti bu.

-I-

pazartesi günleri yüksek lisans derslerine gitmek dışında tüm zamanlı hiçbir işim yoktu. derste öğrendiklerimi uygulamada görmek adına bir perşembe istanbul modern'e gitmiştim. işte hayatımın giderlerini açan şey o zaman gerçekleşti. güvenlikle ilgili bir konuda görevliye bir şeyler sorduğum esnada konuşmalarımıza kulak misafiri olmuş bir bey müsaade isteyerek fikirlerini beyan etti. derken ben görevliden kopup bu beyle konuşmaya başladım. yarım saat yürüye konuşa vakit geçirdiğim kişi müze müdür yardımcısı çıktı ve bana önce kısmi zamanlı iş, ardından tam zamanlı proje direktör yardımcılığı teklif etti. 

-II-

işe başladıktan bir süre sonra beşiktaş'ta ev aramaya koyuldum. tek başıma eve çıkmamın imkansızlığından yakınırken iş arkadaşlarımdan süleyman evini paylaşmayı teklif etti. bir ay içerisinde akaretler'e çok yakın bir noktada, önünde begonvilleri olan 1+1 merkezi sistem ısıtmalı giriş katı bir evde içinde karyolası, masası ve duvarında freddie mercury posteri olan ufak bir odada buldum kendimi. evden kitaplarımı ve kıyafetlerimi getirmiştim, bundan fazla da bir şeyim yoktu. süleyman'ın kredi kartıyla ikea'dan ucuz bir dolap aldım, boş duvarlara salon'dan yürüttüğüm eski konser afişlerini astım, kitapları da iki duvarın birleştiği noktada yerden tavana üst üste dizdim. 

-III-

dünyanın en güzel aylak adamlığına adayken bir anda pek çok iş yaparken buldum kendimi. önce açık radyo'ya program yapmak için başvurdum, kabul edilince görüşmeye gittim, o da olumlu geçince program hazırlıklarına başladım. sonra doğan'ın beşiktaş'ta bana yürüme mesafesi uzaklığında müzik stüdyosu vardı. bazı akşamlar orada kalırdı. ve bu bazı akşamların bazılarında ben de ona eşlik ederdim. bir mızıka almıştım, orada boş boş çalmaya çalışırdım, almam gereken çok yol vardı daha. bir cumartesi akşamı doğan'a ''bana iş ver, maaş olarak da oralet ısmarlarsın, ben de kendimi burada işe yarar hissederim'' teklifiyle çat kapı yaptım. aklında bir sanat projesi yapmak varmış, ''tamam'' dedim ''ben de bu projenin halkla işler müdürüyüm!''. boş vakitlerimde okullarla görüşmeler yapıyor, öğrenci gruplarına ücretsiz prova imkanı tanıyordum. arada süleyman'ı da yanımda götürüyordum, o da bu projenin bir parçası olsun istiyordum. çabalarımız sayesinde fazla olmasa da stüdyonun gelip gideni artmıştı ama bize daha büyük hareketler lazımdı. 

-IV-

bir gün süleyman'ın arkadaş grubuyla oturmuş post-modern sanat üzerine geyik yapıyorduk, gerçekten geyikti, post-modern sanatı aşağılıyorduk ama zevkliydi. zeynep mimar sinan'da heykel bölümündeydi, kendisi de en az yaptığı heykeller kadar güzeldi. ''abi bu kadar bencil bir sanat yaklaşımı olamaz''. o ana kadar ortamda en az konuşan zeynep'in sesine sinir hakimdi. ''hangi insan eserine post-modern diyebilecek kadar kibirli olabilir!''. zeynep bir anda soğuk rüzgarlar estirip susmuştu, süleyman'la göz göze geldik, anlatırım sana sonra diye işaret etti, sustum. akşam evde oturmuş çekirdek çitlerken süleyman, işte yeterince çağdaş değillermiş diye bunun heykellerini sergiye almamış küratör, bir de bir galeriyle çalışıyordu, galeri sözleşmesini uzatmamış, o da buna bozgun diye kısaca özetledi. bana kalırsa zeynep'in heykellerinde ayrı bir zarafet vardı, gerçi ondan hoşlandığım için böyle düşünüyor da olabilirdim. 

-V-

bir sonraki gün zeynep'e heykellerini doğan'ın stüdyosunda sergilemeyi teklif ettim. önce güldü, sonra hımm'ladı, sonra doğan kim diye sordu. bilmesi gereken her şeyi kısaca özetledim ve sergisinin küratörü olmak istediğimi belirttim. ''serginin ismini de sen koyacaksan olur'' dedi. 

onbeş gün içerisinde hazırlıkları tamamlamış, ufak çapta bir kokteyl tertip etmiş, doğan'ın stüdyosunu zeynep'in 'ben bir galeri sanatçısı değilim' isimli sergisine ev sahipliği yapmaya hazır hale getirmiştim. zeynep de okuldan arkadaşlarını getirmiş, hatta bir hocası kendi isteğiyle gelmişti. sergi sonunda zeynep'in arkadaşı füsun yanıma gelip kendi resimlerini de burada sergileyip sergileyemeyeceğini sordu. stüdyoda hiç boş alan yoktu ama bir süre sonra zeynep'in eserleri sergilere davet alıp stüdyodan ayrıldıkça birer ikişer füsun'un resimlerini sergilemeye başlamıştık.

-VI-

zaman geçtikçe stüdyonun geleni gideni artmış, arkadaşların arkadaşlarının arkadaşları provalara, kayıtlara girer; gezmelere, sanat sohbetlerine gelir olmuş, öğrenci hareketliliği hız kazanmış, mekan dar gelmeye başlamıştı. bu konuda farklı şeyler yapmak istiyordum. bir gün playstation oynarken süleyman'a evi de dönüştürelim mi diye sordum. güldü. bu iyi bir cevaptı. sabaha kadar düşünüp bir proje üretemedik, işe gittiğimizde gözlerimiz kıpkırmızıydı. sonraki günlerde de düşündük, hiç durmadan proje fikirlerini konuşur, sıkı eleştirir, az beğenir olmuştuk.

eve erken geldiğim bir salı akşamı siyah şef önlüğümle mutfakta dünyanın en mühim makarnasını yapmaya koyulmuştum. makarnanın suyunu süzmek için üst raftan süzgece uzandım, süzgeç elimden kayıp yere ters bir şekilde düştü. aydınlanma işte böyle bir şeydi, makarnayı öylece tezgaha bıraktım, odama koştum. ilk iş olarak yatağımı ters çevirdim ardından bez dolabı. ardından da bütün kitapları yüzleri yere gelecek şekilde yerlere serdim. süleyman geldiğinde ona odayı gösterdim, serginin adını sordu, -evin boş halleri-ni duyunca 'hadi yardım et de benimkileri de ters çevirelim' dedi. bütün evi ters çevirince füsun'u aradım ve resimlerini hazırlamasını gelip alacağımı söyledim. resimlerini alıp eve döndüğümde süleyman çivileri çakmış beni bekliyordu. bütün resimleri ters şekilde duvarlara yerleştirdik. bir sonraki gün öğle tatilinde süleyman bina girişine bir tabela asma fikriyle geldi. tabela fiyatlarını sordurduk ama pahalı gelince vazgeçtik. biz de salon'dan tanıdığımız taylan'dan rica ettik. aynı akşam elinde kuşe kağıda bastığı sergi afişi altında bisikletiyle geldi taylan. afişin üzerine 'evin boş halleri - süreli sınırlı keyifli sergi' yazmış, tasarımını da kendi yapmış. hiç vakit kaybetmeden giriş kapısına astık. zeynep'ten bizim için heykellerini ters yapmasını istedik, ayrıca stüdyoya gelenler için de bir afiş hazırladık ve evimize yönlendirdik.

-VII-

iki hafta sonunda her şey planladığımız gibi gitmiş, evimizi hafta içi kendi kullanımımıza açıp hafta sonu sergileme düzeniyle misafirlerimize tahsis ediyorduk. evde kaldığımız cumartesi geceleri sadece yatakları eski hallerine getirip uyuyorduk. gezi ücreti olarak ev yapımı yiyecekleri kabul ediyor, gelen herkesle ilgileniyor, mutfakta bar taburelerinin üzerinde sohbetler ediyor, çayımızı ocaktan eksik etmiyorduk. serginin üçüncü haftasında taylan italyanca kursundan dört arkadaşıyla ziyaretimize geldi. beşinin de bisikleti vardı, işte o an süleyman'la içimizden acaba bisikletleri de sergiye dahil edebilir miyiz düşüncesi geçti ama hemen vazgeçtik. onlar da bir bardak çayımızı içip kalktılar, daha emirgan'a pedallayacaklarmış. gittiklerinde benim aklımda italyanca kursuna yazılmak, süleyman'ın aklında emirgan, süleyman'la benim kesişen küme aklımızda bisiklet almak vardı.

sergiyi bir hafta sonu daha açık tuttuktan sonra sıkıldığımızdan kapattık. kapattığımız pazar taylan'la bisiklet almaya ardından italyan kültür merkezi'ne kursa yazılmaya gittik. yüklüce bir parayı dışarıya bıraktıktan sonra eve dönerken lise yıllarımdaki iddia dışında hayatımda ilk kez bile isteye sayısal loto oynadım. koca iki günü yorgun argın geçirmiş, füsun'un yemek teklifini reddetmiş, eve varıp uyuma isteğiyle doluydum. füsun galiba benden hoşlanıyordu ama tam emin değildim, zaten hiçbir zaman hiçbir şeyden tam emin olamamıştım. ekmek alıp eve girdim, salonda süleyman'la zeynep yan yana oturmuş film izliyorlardı. ben onların yanlış bir şey yaptığını düşünüyordum, onlar içinse bir sorun yoktu, zaten olamazdı da. ben zeynep'e duygularımı hiç açmamıştım ki. düşünceli bir halde selam verip odama geçtim.

günler iş, doğan'ın stüdyosu, italyanca dersler, açık radyo ve geciktirilmiş aile ziyaretleri arasında mekik dokuyarak geçiyordu. şehir içinde bisiklet kullanmakta gitgide uzmanlaşıyordum. pazartesileri beyazıt'a okula gidiyor, diğer sabahlar bisikletime atlayıp sahil boyunca istanbul modern'e gidip işten sonra kumbaracı yokuşundan tarlabaşı'na italyan kültür merkezi'ne geçiyordum, haftada bir de elmadağ'a açık radyo'ya uğruyordum. zeynep iyiden iyiye bizim eve yerleşmişti, ben çıkarken uyuyordu, ben eve geldiğimde bulaşıkları yıkarken buluyordum.

-VIII-

bir hafta sonu teyzem aradı, hal hatır sorduktan sonra piyango sonuçlarına bakmamı istedi. yıllardır oynar, ben de yıllardır bakarım ve her defasında bir daha ki sefere derim, bu sefer de öyle oldu, canımız sağ olsun dedi telefonu kapattı. aklıma benim sayısal loto geldi, çantamın derinliklerinden çıkardım, tarihine baktım, bir aydan fazla olmuştu oynayalı. sitesinden geçmiş tarihli çekiliş sonuçlarına geldim. tek kolonla rakamları tam bilen üçüncü kişiydim. üç talihliye 320.455,22 kuruş vermişti. aklıma talihsiz talihli filmi geldi, tebessüm ettim ama asla fazlasını yapmadım. neden böyle sakin karşıladım bilmiyorum, sanki zaten bana çıkması beklediğim bir şey gibiydi. kimseye haber vermeden parayı aldım. 300 bin liraya beşiktaş'ta 3+1 bahçe katı bir ev satın aldım. ev yeniydi, tadilata gerek duymadım, sadece salonun bir duvarıyla yatak odasının bir duvarına taş döşettim bin liraya. ikibinikiyüz liraya okumak istediğim kitapların hepsini satın aldım. iphone, ipad, imac, televizyon ve canon içinse sekizbin lira ödedim. kalan paranın bir kısmıyla eve eski eşyalar aldım. üç-beş gün içinde bütün eksiklerimi tamamladım.

zamanı geldiğinde harekete geçmek en mühim şeydir. evden ayrılma vaktim gelmiş de geçiyordu bile. zeynep'in evde olmadığı bir gün süleyman'ı aldım karşıma, evden ayrılmak istediğimi söyledim. ikimizin de isteği buydu, o yüzden ne o kalmam için ısrarcı oldu ne de ben gitmekte diretmek zorunda kaldım.

-IX-

bir süre bazı şeylerden uzaklaşmak istedim. doğan'a daha nadir uğruyor, her defasında mızıka çalmaya gayret gösteriyordum. füsun'sa benden gitgide uzaklaşıyordu. yalnız kalmaya başladığımı anladığım an hayatıma cevriye'yi dahil ettim. akşamları pijamalarımı çeker, çayımı demler, cam kenarındaki eski berjer koltuğuma kurulur, ayaklarımı peteğin üzerine uzatır, kucağıma cevriye'yi alır kitap okurdum. yatağa cevriye'yle girer, yemeği cevriye'yle yer, işteyken cevriye'yi düşünür dururdum. onun sayesinde hayatımda gitmediğim kadar çok kez hastaneye gittim, bir doktor edasıyla kedi besleyenlere fikirler verir oldum.

-X-

bu arada tam eli ayağı düzgün cümleler kurmaya, öğrenmekten zevk almaya başlamıştım ki kurs bitti. biz de bir restoranda kutlama yemeği tertip ettik. fikret'le de o yemekte tanıştık. aslında o çalışmaya gelmiş, kendisi fotoğrafçı, orada düzenlenen bir organizasyonun fotoğraflarını çekiyormuş. daha iyi bir açı yakalamak için arka arka gelirken bana çarptı, makinesi düşüyordu ki bir hamleyle yakaladım.

yemekten birkaç gün sonra bir cumartesi akşamı fikret'le buluştuk, ilk andan ona aşık olacağımı anlamıştım ama yemek bitene kadar bu konuda konuşmadım. yemekten sonra asmalımescit'ten aşağı yürüyorduk. belki kafasında bir bara girme fikri vardı. ''fikret'' dedim ''gel bana gidelim ve daha da bir yere gitmeyelim. ama şimdi yapalım bunu. ya benle gel ya da seni evine bırakayım''. yanıma yaklaştı, koluma girdi, kafasını omzuma yasladı. bunu aynı cevriye'nin yaptığı gibi yapmıştı. hayatıma giren iki kadın, ikisi de birbirinden çekici. yürüyerek eve vardık. dvd'ye bir film taktım, sesini kıstım, televizyon açıkken yatak odasına geçtik, filmi dinleyerek uyuduk.

-XI-

zaman geçtikçe birbirimize alışıyor, yeni huylarımızı keşfediyorduk. o bazı geceler çalışıyor, bense çalıştığı mekanlara müşteriymiş gibi gidip onu ve işine olan bağlılığını izliyordum. yine böyle bir gece fikret'i iş çıkışı yakaladım, şaşırmıştı. kuruçeşme'den taksiye bindik, yorgundu ve uyumak üzere kafasını omzuma yaslamıştı. saçlarını açarak kulağına eğildim ''fikret'' dedim, uykulu sesiyle hırıldadı, ''fikret benimle evlenir misin?''. ''olur'' diye cevap verdi.

üsküdar evlendirme dairesi'ni fikret seçti, yemek için kuzguncuk'a yakınmış, en sevdiği yer kuzguncuk'muş, karşı çıkmadım. nikaha doğan, taylan, zeynep ve zeynep'ten ayrı olarak süleyman ve fikret'in müzisyen arkadaşı müge katıldı. şahit olarak isim sorduklarında cevriye'yi söyledik çünkü aşkımızın şahidi oydu ama bir kedi şahit olamaz dediler biz de süleyman'la doğan'ı şahit gösterdik. insanlar evlenmek için hep bir yaş, özel bir insan, yeterli düzeyde gelir falan beklerler ya işte biz buna tepki olarak da evlendik. her şeyimizi tam bilmiyorduk, mesela ben fikret'in en sevdiği rengi bilmezdim, fikret de benim en sevdiğim yemeği ama biz birbirimizi severdik ve hayatta öğrenmekle vakit kaybedilebilecek pek çok ayrıntı vardı.

-XII-

evlendiğimi bizimkilere söylemedim, rutin git-gellerim devam ediyordu. tabi artık yanımda bir gelin adayı da görmek istiyorlardı. biriyle konuştuğumu uygun aday olduğuna ikna olursam getireceğimi söyleyip oyalıyordum.

-XIII-

bu arada mızıkada iyice yol katetmiştim. müge'nin bu becerimden haberi olunca birlikte çalmayı teklif etti, iki kişiyle ne yapabiliriz ki diye düşünürken müge'nin üç kişilik bir orkestrası olduğunu ve taksim'de çaldıklarını öğrendim. birkaç görüşme sonrası kendi bestelerinin kayıtlarını attılar ve doğan'la bunlar üzerine neler yapabileceğimizi konuştuk. bir hafta kafa patlattıktan sonra ilerlemeyi görmek için doğan'ın stüdyosunda provaya girdik, fikret de gelip prova kaydı aldı. evde dinlediğimizde ben de, fikret de, cevriye de çıkan işten memnunduk. açık radyo'da iki hafta grubumuzla program yaptık, birkaç defa barlarda çaldık. fikret işlerimizi büyütmemizden yanaydı ama benim zamanım gruba büyük ölçüde uymuyordu.

-XIV-

fikret'le birbirimize durup dururken bir şeyler öneren insanlardık. fikret bir bisikletin ikimize yetmediğini, motor almamız gerektiğini söyledi. ''istersen alalım'' dedim demesine ama bir miktar borca girmemiz gerekti almak için. işteyken telefonum çaldı, fikret hem kirayı hem de taksitleri ödeyebilmemiz için harcamalarımızdan kısmamız gerektiğini, bunun için de bir planı olduğunu, hemen anlatması gerektiğini söyledi, bu yüzden işten çıkar çıkmaz hemen eve gelmemi tembihledi. öyle de yaptım motora atladığım gibi dosdoğru eve gittim, fikret evin içinde dört dönüyordu. yatağa oturttum, saçlarını okşarken konuşmalarına kulak kabarttım. fikret heyecanla anlatıyor, arada bir beni dinlemiyorsun ama diyerek veryansın ediyor, küsüyor sonra yine anlatmaya devam ediyordu. konuşması bitince ''nasıl, olur mu?'' diye sordu. omuzlarından tutup yatağa yatırdım ve evin benim olduğunu, lotodan para kazandığımı ama bunu kimsenin bilmediğini kelimesi kelimesine anlattım. rahatlayacağını umduğum yerde hışımla kalktı, üzerine montunu geçirdi ''sana iyi oturmalar o zaman'' dedi ve çıktı gitti. hayatta her şeyin bir gerekçesi vardır, buna inanırım ama bu hareketin gerekçesi üzerine hiçbir fikir yürütemedim.

-XV-

akşam on gibi telefonum çaldı, müge beni suçlar bir tavırla ne olduğunu sordu, ona olanları anlatamazdım, ben de bilmiyorum, dedim. 'iyi peki bize gel, müge burada, oturur konuşuruz, he gelirken unutma da kokoreç getir''. cevriye'ye mama bıraktım, montumu giydim, kaskımı taktım, yola çıktım. barbaros bulvarı'nı geçip sabah gazetesi'nin yanından arka sokağa dönerken kendimi bir anda çöp kamyonunun altında buldum. öldüm.

24 Ekim 2012 Çarşamba

o da ayrı bir tez konusu

...
sonuçta o son dilim pasta başka birinin midesinde de olabilirdi. fakat ne hakla, ben hediye aldım o kadar hem de kendimden bir parça verir gibi. ben bunları düşündüysem o son parça pasta elbette benim hakkım.
...

***
güzel bir sonbahar akşamında radyodan en sevdiğim şarkı çaldı mı mutfağa geçip bir kahve yapasım gelir. yapmasına yaparım da o sırada ya şarkı bitmiş olur ya kahve soğur. en iyisi şarkı çalarken biraz mırıldanıp sonra muhabbete çekirdekle devam etmek diye geçiririm içimden. onulmaz yaralarımı bir başkalarınınkilerle kapatmaya çabalarım. güzel sonbahar akşamları nadir gelir.
***

(((
şimdi durduğum yerden kalkıp odama gitsem, kitaplıktan kenarlarını incitmeden kırmadan tutunamayanlar'ı çıkarsam herhangi bir sayfasını açıp herhangi bir satırını okusam 'selim sen onlara ayak uyduramadın belki de uydurmak istemedin, sen ayak diremek istedin, zaten onlar da anlamıyorlardı, senle dalga geçiyorlardı' gibi bir şeyler karşıma çıkar, buna gönülden inanıyorum.
)))

&&&
kitap kapaklarının köşelerini bantlamayı da ynoç'tan gördüm, gerçekten bir sağlamlık katıyor. ynoç diye isim mi olur, belki de yazarken yınoç diye yazmam gerekiyordu. bat dünya bat, kör kal da piyango bileti sat.
&&&

+++
türk seyircisinde erken yenen golden sonra hep bir şok gol, hiç ummadığımız bir gol havası oluyor ya, bu takım bize nasıl gol atar, resmen şans golü kıvamında. kimse de demiyor ki biz bu kadarlık top oynuyoruz beyler, uyanın. hem ne demeye elin cluj'u, elin macaristan'ı, elin rumen takımı erken dakikalarda bulduğu şok golle diye anlatıyorsunuz maçı spikerler. adamlar ona göre kuruyor sistemini. demek ki senin defansın düşündüğün kadar güçlü değilmiş. demem o ki artık öyle dünya devlerine kafa tutmalar çok geride kaldı ama maçı anlatan ve izleyen kitle yeni futbola inanmak istemiyorlar. bir de bu kadar basit bir şeyi bu kadar karışık niye anlattıysam.
+++

^^^
bir insan oturuyor 2 senesini bir kitabı yazmaya veriyor. belki bunu yaparken kimseye bundan bahsetmiyor. bu nasıl bir dirayet. geçen aylarda diyarbakır'a gitmiştim. yanımda her gördüğüne şaşıran, iki çok müstesna  üst düzey yetkili 'burada yaşanır vallahi' insanı vardı, çocuklara yol falan sorduk. istedim ki misal ben kürtçe biliyor olayım, bunlara o zamana kadar söylememiş, saklamış olayım ve çocuklarla kürtçe konuşayım, onlarda hemen 'a a hayretler içerisindeyim' insanına dönüşsünler. halbuki ben kürtçe bilsem daha uçaktayken başlardım orada kaybolursak korkmayın ben kürtçe biliyorum, sonuçta bir lisan bir insan, ben çok kolay adapte olurum demeye. dirayet çok önemli.
^^^

###
'burada yaşanır vallahi' insanı gördüğüm yerde kaçarım, ne kadar pis bir insan. hem ukala hem yalancı. 'a a hayretler içerisindeyim' insanı seni hiç adamdan saymıyorum bile.
###

<<<
ne okuyorsun şimdi sen dedi. müze yönetimi dedim. füze yönetimi mi diye sordu. şaşırmıştı. alnından akan ter kaşının tam üzerinde mevzide siper almış asker edasındaydı. hayalleriyle oynayamazdım. evet dedim zaten lisansımı da nükleer enerji üzerine yapmıştım. yok yok düzelttim hemen müze efendim ne münasebet dedim. bu sefer yüzü düştü, hımmm dedi, e iyiymiş dedi. 
>>>

{{{
'rokoko'ya inanmıyorum ama bir barok gerçeği de yok değil.' imza: bir neoklasist. boş vakitlerimde sanat tarihi okuyorum ama neticede hayatım da komple boş.
}}}

///
benim bir kpss vardı o yalan oldu. sonra dedim ki acaba evde oturup örgü mü örsem yoksa gidip bir yüksek lisans diploması mı alsam. e örgü işinde para var allah için ama bende gözler o kadar iyi değil. gittim istanbul üniversitesi müze yönetimi yüksek lisansı'na başvurdum. belki lisans diploma notum kanada meteoroloji istasyonu verileri kadar düşük olabilirdi ama kpds'de, ales'te yardırmıştım kendi çapımda. mülakat da fena geçmeyince kabul edildim bölüme. dört hafta oldu git gel yapıyorum. haftada tek gün, yani iş de bulsam araya sıkışabilir. hayatım bu yollu ilerliyor.
///

%%%
geçenlerde kardeşimin anadolu üniversitesi'nde okuyor ve arkadaşımın da aynı üniversitede yüksek lisans yapıyor olması hasebiyle eskişehir'e bir ziyarette bulundum. kime sorsam sonbaharı bile soğuk olur dediği için yüklendim montu, kabanı, kazağı. hava sıcaklığı 15'in (yazıyla onbeş) altına düşmedi. ben çok beğendim açıkçası. tramvayı biraz ufak yapmışlar zannımca, o yakın gelecekte (tatil dönüşü, okul çıkışı) büyük sorunlar oluşturur, onun dışında porsuk çevresinde güzel cafeler var ama içlerinden biri hepsinden de güzeldi. dur reklam da olsun 'arka bahçe' diye bir yer. usturuplu çalışanları, güzel şarkı tercihleriyle gönlümde taht kurdu. onun biraz gerisinde de bir kitapçı var, şimdi aklıma gelmedi ismi, oradan da eski kitap falan temin edilebilir temiz çalışıyorlar. şelale'ye kadar gittik ama bir bursa'da çıktığım 16'ya 9 bursa manzaralı tepe kadar olamadı. çok fazla araba görmedim, ne kadan mutlu oldum bilemezsin mecnun. odunpazarı'nda bir kahvaltı, donas'ta etli ve tavuklu donas, bir çiğbörekçide çiğbörek, tantuni gibi yemek tecrübelerim oldu. espark'a yakın tam namlı'nın yanındaki pastanede hayatımda yediğim en kötü poğaçayı yedim. 7 poğaça, iki ufak çay ve bir meyve suyuna 13 lira verdim. hayatımda illa ki kazıklandığım oldu ama en çok koyan bu oldu. poğaça aşırı kötüydü, çay çok acıydı, meyve suyu hazırdı allahtan, ona bir şey diyemem. güzel bir geziydi. dönerken içimden dedim ki öğretmen maaşıyla yaşanır burada.
%%%

???
rainer maria rilke'nin gerçek adının rene karl wilhelm johann joseph maria rilke olduğunu biliyor muydun? bana böyle isim verseler dünyayı yerinden oynatırım. ama daha önce de dediğim gibi hadi burak'ı geç de soyadım çok tırt benim. ben bir şey yapsam soyadım resmen 'yok yok onu yapan bu burak değildir' diye beni eleverecek.
???

---
ben bir hikaye yazarken önce giriş cümlelerini oluştururum sonra onun gidişatına göre hikayeye karar veririm. yazdıkça hikaye nereye doğru gidiyorsa o yöne yönlenirim ben de. aslında saçma bence. insan önce oturur hikayesinin çatısını kurar sonra karakterleri yaratır sonra taslak yazar sonra taslağı genişletir sonra geriye dönüp düzeltmeleri yapar falan fişmekan. ben niye böyle yapamıyorum acaba, hep bunun derdindeyim. bu sabah uyandığımda yine böyle kendi içimden bir hikayenin giriş kısmını söylüyorum. bir anda dur bak bunu da böyle unutmadan bir kalem kağıt getireyim de yazayım belki bir yerlere gider dedim. gittim kalem kağıt getirdim yatağa tekrar uzandım ama o ana kadar söylediğim şeyleri bile yazamadım. dedim belki şiki şiki baba kasetim olsaydı gelirdi aklıma ama yoktu işte. kendisine şiki şiki baba kaseti alamayan burak'a burak mı denir. 
---

!!!
şu yazdıklarımı okuyorum da ne kadar gereksiz. fazladan özgün bir şey söylemiyorum, sadece zaman kaybıyım. okumaya değer bile bulmuyorum ve bu söylediklerimde çok ciddiyim. ne vardı ben de söylediklerimle farklı bir tat bıraksaydım insanlarda hatta söylemediklerimle daha da merak uyandırsaydım. acaba hayran olunası şeyler mi söylemek istiyorum yoksa beni tatmin edecek şeyler mi yazmak istiyorum, bu ayrımda kaldım. ne bileyim barış bıçakçı sevilmiyor mu, yusuf atılgan sevilmiyor mu, gabriel garcia marquez sevilmiyor mu, dostoyevski sevilmiyor mu. ben işte bu sevgiden istiyorum. ama işte her şey insanın soyadında bitiyor mecnun.
!!!

7 Ekim 2012 Pazar

#biziüzenşeylerekarşı

nuri bilge ceylan'a, zeki demirkubuz'a, fatih akın'a bak ne güzel tam yönetmen isimleri ya da emrah serbes'e, alper canıgüz'e, barış bıçakçı'ya bak tam romancı isimleri. her şey isimde bitiyor arkadaş, benden tabi ki bir cacık olmaz, bir sefer soyadımda hayır yok, yani isimden yine kurtarabilirdim ama soyadım işi tümüyle bozuyor. 

olsun, yine de yılmadım, yeni yayın döneminde açık radyo'ya program yapmak için başvurdum, durumu açık açık anlattım yani, soyadım b. ama bir şansı hak ediyorum bence yine de dedim. programın ismini sordular, 'bizi üzen şeylere karşı' dedim. böyle isim mi olur demeye yeltendiler, 'durun size giriş jeneriğini okuyayım' dedim, önümdeki kağıda bakarak 'merhaba, ben annemin atmaya kıyamadığı eşyalar, bizi üzen şeylere karşı'nın ilk yayınına hoş geldiniz. bugün aranıza montreal'den katılıyorum. montreal'de hava çok bulutlu altı derece, meteoroloji uzmanlarına göre yağış ihtimali bulunuyor' dedim.

'programı yalnız mı sunacaksınız?' diye sordular ters ters bakarken. 'yani aklımda birileri yok, aslında arada arkadaşlarımı da getirmek istiyorum. misal aramızda bizi üzen şeylere ilk karşı çıkan isim doğan'dı, okulu bıraktı, kendine bir stüdyo açtı, şahsen ben gidip göremedim ama bir stüdyosu var yani. bir de ömer var misal, bir miktar hayat tarafından ezilmiş diye nitelendirir kendisini. ama o kendisini üzen şeylere karşı şu anda tiyatro sınavını kazandı. o başarmış, bize anlatabilir karşı koymayı. hayatta çoğumuz bizi üzen şeylere karşı koyamıyoruz ama bu program bizi birbirimize yakın hissettirecek bir iletişim yolu olabilir diye düşünüyorum. çünkü bizi üzen şeylere karşı, ucu açık kalmış bir cümle başı gibi, öznesi gizliden biz olan bir eksiltili cümle gibi. tamamlamak bize kalmış. ben bunları hatırlatmayı amaçlıyorum. biri çıkar beni üzen şeylere karşı oturup onları izlemeye devam ettim der, öteki bağırır ve beni üzen şeylere karşı silah doğrulttum der. misal ben beni üzen şeylere karşı yere kapaklandım diyorum.' diye karşılık verdim. 'bir gün radyoyu açarız, kanallar arasında dolaşırken en sevdiğimiz şarkıya rastlarız ama sonu çalıyordur, buna üzülürüz. hepimiz yaşamış olabiliriz bu durumu ya da yaşama ihtimalimiz vardır, işte ben bizi üzen bu tür şeylere karşı bir tavır takınmak istiyorum, o şarkıyı tekrar çalayım istiyorum, belki gerçekte şarkının sonunu yakalamış birisi olmayabilir ama olsun tekrar çalayım ki hayata karşı duruşumuz belli olsun. bir kitap almak istiyorsunuzdur, paranız da kısıtlıdır, ben o gün elimdeki kitabı bir vapurda bırakayım, siz alın o kitabı, varsın sizin almak istediğiniz kitaptan farklı bir kitap olsun, sizi üzen şeylere karşı böyle bir tavır takınmış olayım ben. bizi üzen şeylere karşı kadeh kaldıralım hep birlikte, gidişatı değiştirmek için.' uzun soluklu bir paragraf kadar konuşmuştum, içimden taşanların ağzıma gelenleri kadar anlatmıştım niyetimi. durmaya niyetim yoktu.

'siz sormadan ben söyleyeyim, 25 dakikalık bir program öngörüyorum, yani aslında 55 dakika seçeneği de güzel ama konuşacak o kadar konu bulamam, zaten şayet program yapmama izin verirseniz bu benim için ilk olacak o yüzden kısa olmasını tercih ederim. yine izin verin de sizi yormadan ben anlatayım. elbette bir açık radyo dinleyicisi olarak müzik zevklerimizin paralellik gösterdiğini söyleyebilirim lakin ne tür müzik çalacaksın derseniz buna cevap veremem. çünkü ben müzikleri program öncesinde hiç ummadığım anlarda rastladığım şarkılardan oluşturmak istiyorum. güzel şarkılara ayaküstü rastlanabileceğini, bunun mümkün olabileceğini kanıtlamak istiyorum ve ayrıca o an çalacak esere nerede, ne yaparken rastladığımı da  anlatmak istiyorum.'

bir koca paragraf daha anlatmıştım derdimi, durmadım, hız kesmedim.

'siz sormadan ben söylemeye devam edeyim. bizi üzen şeylere karşı'nın sosyal sorumluluk yanı var mıdır? bu programla ilgili şayet biri böyle düşünürse buna üzülürüm hatta bozulurum. bizi üzen şeylere karşı durmak sosyal sorumluluğumuz değil mi diye sorarım ben de. ama bunun dışında elbette bizi üzen toplumsal şeylere de karşı bu program. yüksek lisansa kabul için görüşmeye girdiğimde hocalardan biri bana bilmembirşeyle alakan var mı demişti, çok heyecanlıydım duymamıştım, efendim diye sormuştum, hoca tekrar bilmembirşeyle alakan var mı demişti, ben de soruyu tam duyamadığımdan yok demiştim. hocanın sorduğu soruyu o anı kafamda sonradan canlandırdığımda anlamıştım akkuyu'yla alakan var mı, ilgileniyor musun demişti. hem hocaya hem de size cevabım evet. akkuyu'yla da ilgileniyorum, hasankeyf'le de ilgileniyorum, ayı gyrlls'i de seviyorum.'

'şimdi anlattıklarımın sonuna geldiğime göre azıcık duygusal yazayım ama gerçek de yazayım. beni almazsanız size kırılmam da gücenmem de. bir sonraki yayın döneminde burada olursam yine başvururum, yine almayın yine darılmam yine gücenmem. çünkü bana sorsanız, ben de kendimi almazdım herhalde, çünkü tuşlara gereksiz basıp her an bozabilirim aletleri. alet diyorum yani artık ne olduğunu bile bilmiyorum, durum bundan ibaret. öyle ya da böyle değil; günbegün, yılbeyıl, onyılbeonyıl hep kalbimdesiniz. sevgilerimle.' iki koca paragraf daha anlatınca nihayet durmuş, karşıdan cevap bekler pozisyona geçmiştim.

27 Eylül 2012 Perşembe

önümüzdeki maçlara bakıcaz

bir odada mülakat için bekleyen yirmi kişiyiz. odadaki görevlilerden daha üst mertebedeki bir görevli geliyor ve kızlardan başlayalım diyor, öteki iki görevli başlarıyla onaylıyorlar. kadın bugün mülakat yapmayalım, hadi eve gidelim dese peki diyecek kıvamdalar. her seferinde üç kişi olmak koşuluyla kadın odadan alıp başka bir yere götürüyor kızları. biz de kızların bitmesini beklerken sohbet halindeyiz. her geçen dakika kravatım biraz daha sıkıyor, heyecanım bir kat daha artıyor. o an bilinen bütün telkin yöntemleri çaresiz. nihayetinde kızlar bitiyor, erkeklere sıra geliyor. ilk üçlü erkek grubunun içindeyim. ismimi duyunca hemen kapının önündeki kadına doğru hareketleniyorum. önde üst mertebedeki kadın arkada üç yavrusu uzunca bir koridoru geçip kuytuda kalan odaya giriyoruz. içeride şimdi yeni gördüğüm iki kadın daha var. kapalı olanı ceketlerimizi, ayakkabılarımızı, çoraplarımızı çıkarmamızı; pantolon paçalarımızı katlamamızı rica ediyor. komutanından ilk defa emir almış acemi askerler gibi bir köşeye siniyoruz. içeri girdiğimizden beri oturan kadın ayağa kalkıyor ve ismimi okuyor. ''öncelikle boyunuzu, ardından kilonuzu ölçeceğiz, lütfen topuklarınızı tam olarak tahtaya değdirir misiniz ve ben söylemeden lütfen hareket etmeyin''. dediklerini harfiyen yapıyorum çünkü komutan o. ölçtüğü değeri bana da gösteriyor ve masada oturan kapalı kadına dönüp ''183 cm'' diyor. ardından eliyle boy ölçüm cihazının yanındaki hassas tartıyı gösteriyor. bizi bu odaya getiren kadın tartının önünden ayrılıyor, geçiş iznini bana veriyor. 

bina sadece koridorlardan oluşmuş olabilir. her koridorun sonunda garip bir oda. odada görevli garip insanlar. odaya giriyorum, verevine çizgileri olan mavi bir gömlek giymiş, gözlüğü burnunun altında orta yaşlı bir adam karşılıyor beni. masasının üzeri muntazam. 

''merhaba burak, ben fatih.''

''merhaba fatih bey.''

''sen girmeden önce cv'ne bakma fırsatı buldum, zaten ingilizceyle ilgili mülakatı geçip buraya geldin. o yüzden direkt bilmek istediğim şeyler konusunda konuşmak istiyorum. senin benim karşıma oturma sebebin nedir burak? kabin memuru olmak istiyorsun ama neden, önce oradan başlayalım.''

''beni yanlış anlamayın ama ki biri böyle söylüyorsa bence kesin yanlış anlaşılacak bir şey söylemeye niyetlenmiştir türk hava yolları'nda dahi bu kadar klasik bir soruyla karşılaşacağımı ummazdım fatih bey. tabi sanırım bu soruya verilecek cevabı çok önceden düşünmem gerekirdi lakin düşünmedim. iki sene önce havalimanındayken kabin memurlarının çektiği fotoğraflardan oluşan bir sergi görmüş ve adamakıllı etkilenmiştim. kabin memuru olma fikri ilk o zaman yerleşti içime. iki sene boyunca da aralıklarla internette ilan açıp açmadığınızı kontrol ettim. her kontrol ettiğim günün gecesinde ben de kendime aynı soruyu sordum. prestij, kazanç, dünyayı dolaşmak... bunlar dışında bir cevabım var ama henüz ben de bilmiyorum.'' bütün hepsini bir çırpıda söylüyorum. sanki araya girse bütün konuşmanın büyüsü bozulacak, cümlelerimi tekrar toparlayamayacağım gibi hissediyorum. fatih beyi şaşırttığımın farkındayım, benim istediğim de bu. 

''umarım cevabı bulduğunda sana sıradan bir cevap gibi gelmez ama belki de cevap prestij, kazanç ya da dünyayı dolaşmaktır. insanlar kendilerine pek sık yalan söylerler.''

fatih bey birkaç dakikada kurduğum egemenliği iki cümleyle yıkıyor, koltuğunun hakkını veriyor. belki de o haklıdır, sadece para için bu işi tercih ediyorumdur. gardım düşmemeli, çünkü bugün burada bir zafer kazanırsam bu tüm insan kaynaklarına, tüm işe alım uzmanlarına karşı kazanılmış bir zafer olacak. fatih beyin sözlerine hiç kulak asmıyorum. 

''ilk sorum kadar klasik bir soru daha sormama izin ver o zaman burak. bu işe kabul edildin ama aynı zamanda atlas jet seni 5000 lira gibi bir rakamla işe almak istiyor. tercihin ne yönde olur?''

''şimdi fatih bey, siz bu soruyu sorarken aklıma başka bir şey geldi. bir işe alım uzmanının başka bir işe alım uzmanıyla iş görüşmesi yapması ne kadar mantıklıdır!'' fatih beyin sorusunu göğsümde yumuşatıyorum. ''diyelim siz bir soru sordunuz, adayın soruya verdiği cevapla aslında neyi ölçtüğünüzü karşınızdaki aday da biliyor. o zaman buna göre cevap veremez mi, yalan söyleyemez mi, ha siz dersiniz ki o zaman yalan makinemize sokuyoruz adayı, orasını bilemem.'' yüzde bir tebessüm bırakıyorum, işte böyle hücum oynamaya niyetliyim. cevap vermesine fırsat vermeden devam ediyorum. ''ama fatih bey ben sorunuza cevap vereyim istiyorum. adayların büyük çoğunluğu gitmem demiştir çünkü hayali bir işe atlayıp ellerindeki işi kaybetmek istememişlerdir. vallahi 5000 iyi bir rakam, eğer sürekliliği olacak, beni hep aynı yerde saymaya mecbur etmeyecek bir iş fırsatıysa kabul ederim.'' meşin yuvarlak ayağımda fatih beyin kalesinin önünde gol kovalıyorum. 

''vallahi burakcım 5000'i ben de kazanamıyorum, bana verseler ben de kabul ederim. aslında daha elimde neden türk hava yolları, bize ne katabilirsin, bu işi yapabileceğine inanıyor musun gibi klişe sorularım var fakat ben duymam gereken cevapları duydum. sormak istediğin bir şey yoksa beni klişelerimle yalnız bırak.'' fatih beyin suratı gülüyor. topu altı pasın içinden kaleciyi de geçip boş ağlara yuvarlıyorum. elimi uzatıp tokalaşıyorum. ''görüşmek üzere fatih bey.''

tartıdan iniyorum. biraz önce geçiş izni aldığım kadın yere bakarak konuşuyor ''maalesef boy-kilo oranınız türk hava yolları standardını tutmuyor, elendiniz.'' biraz önce sindiğim noktaya dönüp çorabımı ardından ayakkabımı giyiyorum. çıkarken kolay gelsin demeyi ihmal etmiyorum. odadan çıkıp dış kapıya yöneliyorum, tam binadan çıkarken bekleme odasındaki az rütbeli kadınla göz göze geliyoruz, suratında nereye gidiyorsun bakışı var ama konuşmasına fırsat vermeden hızlanarak kapıdan geçip dışarı çıkıyorum. 

24 Ağustos 2012 Cuma

gri ve soğuk


***
i. bilinen

filmlerde görebileceğiniz tarzda bir yağmur başlamıştı. rüzgâr şiddetli, gökyüzü koyu mavi, bazı bulutlar diğerlerinden daha koyu maviydi. eve sonradan dâhil edilmiş yalancı balkonun açık penceresinden vücudumun yarısını dışarı sarkıtmış karşıdaki apartmanların kiremitlerine çarpan yağmur damlalarını izliyordum. oturduğum süre boyunca arada bir antenini oynatmak için balkona çıkan salih dışında kıyıda pek seçemediğim birkaç kişi daha gördüm. bir de bir aralık tren istasyonuna baktığımda gözleriyle beni takip eden bir yabancıyı seçtim. hava iyiden iyiye soğuyordu, içeri geçip üzerime bir hırka geçirdim, geri dönerken de sigara paketinden ağzı bana dönük bir sigarayla çakmağı aldım. bunları yaparken istasyona yaklaşan trenin sesini duyuyordum. tren gelir, yabancı gider.

geri döndüğümde sigarayı içmek istemedim. insan doğası ne fena, kısa sürede ne tür hazlardan vazgeçebiliyor. hiçbir şey yapmak istemiyordum. böyle zamanlarda (boş zamanlarımda) mutlaka kitap okurdum. bu ne bayağılık. boş zamanlarında kitap okurdu zat-ı alleri. begonyaların arasında duran budala’ya uzandım. gençliğimde dostoyevski okumuştum ve bana kalırsa yeraltından notlar ne kadar ağır ilerleyen bir kitapsa budala o kadar akıcıydı. bir süre sonra kitap okumaktan da caydım. dediğim gibi bunlar hep bayağılık belirtileridir. mutfağa dönüp yemeği hazırlamaya koyuldum. insanın hayatını pırasa pişirirken yeniden kurgulaması kaç kişinin başına gelir ki. tadına baktım, tuzu biraz eksikti. ayrı bir tencerede makarna için yağ kızdırmaya başladım, sosu züleyha getirecekti.

‘‘tabi annecim, hayır cevap bekliyorum, o da gelir bir saate kadar. babama da selamlar, hay hay başım üstüne, ellerinizden öpüyorum.’’

geri döndüğümde yağ çoktan yanmıştı, döküp yenisine başladım. yağmur açık mutfak penceresinden geçip halının üzerine yağmaya başlamıştı. makarnayı tabaklara boşalttım, yanında kalan boşluğa pırasayı koydum, kenarlarına da birkaç demet maydanoz ekledim. ekmeklikten kepek ekmeği çıkarıp dört dilim -ikimize yetecek kadar- doğradım. raftaki bardaklara uzandım, dengemi kaybedip birine çarptım, bardak yere düştü, kırılmadı. bu sefer kırılmadı ama bir dahaki sefere kırılmayacağının garantisi yok. işte tam böyle düşündüm. sürahiyle birlikte bardakları da masaya getirdim.

***
ii. az bilinen

televizyonun sonsuz sayılı reklam seslerinin arasında boğulmak üzere olan telefonun sesini çekip çıkardım.

‘‘efendim canım?’’
‘‘demir özlü’nün bunaltı diye bir kitabı var, bilir misiniz? bence bilmezsiniz. sartre hayranı olan özlü bu kitabıyla bulantı’ya gönderme yapmıştır. esasında demir özlü gibi tezer özlü’de de bir parça var oluşçuluk bulabilirsiniz, aslında onunki var olmayıştır.’’
‘‘peki teşekkürler.’’
‘‘iyi günler beyefendi.’’

***
iii. tahmin edilen

genellikle çalıştığım günleri bulduğuna inandığım sert sağanak bir yağmur başlamıştı. yenikapı sahil yolunda her zamanki yerimde göreve hazırdım. arabanın sacını döven, camına çarpan, az açık penceresinden içeri giren yağmur mutlak bir tedirginlik havası yüklüyordu. gazetenin en güzel kısmını -cumartesi ekini- en sona bırakmıştım. okurken arada bir elim silecekleri çalıştırmak için kola gidiyordu. içeride üç ses -yağmurun, sileceklerin ve dörtlünün sesi- bir ahenk oluşturuyordu.

cumartesi ekinin ortalarındayken içten içe beklediğim anons geldi. ‘‘sahil yolu yedinci kilometresi yenikapı-e5 bağlantı noktasında gri bir araç bariyerlere çarpmış, yakın araçların bölgeye acilen intikali gerekmektedir.’’ gazeteyi hızlıca dürüp arka koltuğa bıraktım, dörtlüleri söndürdüm, sola sinyal vererek yola katıldım. bugün birisinin ölüm haberini vermek istemiyordum. sıkışmış trafiği açmak için önümdeki araçlara korna yapıyordum. on dakika içerisinde kaza yerine vardım. merkezden ambulansın yolda olduğu bilgisini aldım.

***
iv. kazara öğrenilen

tam kapatmak üzereydim ki telefona cevap verdi.

‘‘efendim canım?’’
‘‘iyi günler beyefendi, ben polis memuru x. züleyha y.’nin nesi oluyorsunuz?
‘‘eşiyim ben, buyurun.’’
‘‘eşiniz yenikapı sahil yolunda bir kaza yaptı, yağmur sebebiyle direksiyonun kontrolünü yitirmiş, bariyerlere çıkmış, samatya hastanesine götürülüyor, şayet siz de oraya gelebilirseniz...’’
‘‘peki teşekkürler.’’

***
v. gerçekte var olan

işten yorgun ayrılmadığım bir cumartesi mutluluğu hâkimiyeti; etrafa saçılan, giyimiyle kuşamıyla bir örnek insanlar; şiddeti sual olunmaz bir yağmur; şemsiye satıcıları; arabanın yerini bulma telaşı; otoparktan çıkarken unutulduğu akla gelen makarna sosu; bir an önce eve varma telaşı; açık bulunan sahil yolu… 

18 Ağustos 2012 Cumartesi

kansas is going bye bye*

#burak b. - bugün uzun zamandır yapmadığım şeyi tekrar yapıyorum, mutsuzum ama keyfim yerinde

#burak b. aylar aylar sonra bindiğim minibüste cebimden paramı çekip alacaklar diye ne tırstım

#burak b. - saray simit 1 lira olmuş. bakırköy meydandan bildirdim

#burak b. - beğenilmesini istediğim şeyler ilgi çekmiyor da başka şeyler ilgi çekiyor ben ona üzülüyorum

#burak b. - budala, tutunamayanlar, kara istanbul, binbir gece mektupları, yüzyıllık yalnızlık. aynı anda 5 kitabı okuyamıyorum

#burak b. - doğum günümde "okulda bitti mezun sifati ulastin her sey gonlunce oldugu bir yas olsun" diyen eski sevgili bu ne memem türkçe

#burak b. - bakırköy d&r'da hiç yeni 5 tl'lik kitap yok imiş (can yayınları'nın d&r kampanyasını kastediyor)

burak b. - itinayla tren beklenir, 15 yıllık anılar canlanır. istikamet samatya

burak b. kapak toplama kampanyasını destekliyorum ama arkadaş kapak yerine koca pet şişeyi toplasak daha çevreci olmaz mıyız!

burak b. - iletişim, can ve ayrıntı yayınları'nın yanına bir dördüncü yayıncı koyamıyorum. yky yahut iş bankası plase olabilir

burak b. - sen açık giymişler diye onlara bakıyorsun, onlar öcü görmüş gibi sana bakıyorlar

burak b. - beyaz gömleği üstünde r.madrid arması gibi arma olan adamlar sizi hiç sevemedim

burak b. - ‎"do u know english?"e verilecek en güzel cevap şüphesiz ki "sure, i do know"dur

burak b. - ‎"kansas is going bye bye" ve "let gonebyes be gonebyes" ingilizcedeki en güzel deyimlerdir. trenden bildirdim

burak b. - yağmurlu bir sonbaharda ben, mamoru, peter ve sanırım doğan tren bekliyorduk en son. doğan o trene bindi, biz bekliyoruz hala (burada tren beklemek gerçek manasında, trene binmek eylemi ise mecazen kullanılmıştır)

burak b. - var ol samatya, yok ol kentsel dönüşüm

burak b. - birinin peşine takılıyorum, beğenmediğim bir yöne giderse bırakıp başka birini takip ediyorum, bu böyle gidiyor

burak b. - işportadan alışveriş yapmadığım için tezgahlarına da bakmıyorum ümit vermemek adına. aslında baksam ya

burak b. - öykülerimin ana mekanı cankurtaran'dayım. iki köşesi boyunca dönen penceresi olan bir bina görüyorum

burak b. - trenden ilk inen insan benim, bundan büyük mutluluk olabilir mi. filmimin bir kısmını çektiğim sirkeci'den bildirdim (yıllar evvel çektiği kısa filmi kastediyor)

burak b. - biraz dinlenip cağalolu'na ayrıntı yayınları'na gidip chuck palahnuik'den (doğrusu palahniuk) dövüş kulübü'nü alıcam %40 indirimle

burak b. - ‎
- okuyo musun?
+ (kendinden emin) yok abi öğretmenim.
- (kuşku dolu bakışlar) nerede?
+ (üzgün bir ifadeyle) henüz başlamadım

burak b. - o kadar aradım lakin bulamadım, resmen moralim bozuldu (ayrıntı yayınları'nı kastediyor)

burak b. - adam fluence'ı taksi yapmış görüyon mu öziiii. (özlem'le arasındaki fluence muhabbetine gönderme yapıyor) ich bin in der grande bazaare. (az bildiği almanca'yı kullanma çabası içerisinde) efil efil valla

büşra b. u. - benden başka üşenmeden hepsini okuyan yoktur bence karegömlek ;) (burak b.'ye karegömlek yakıştırması yapıyor)

burak b. - en azından istanbul modern akşam 8'e kadar açıkmış ve de ücretsiz

burak b. - yuh, sağlı sollu eminönü'ne inerken ta ticaret üniversitesi'nden çıktım resmen

burak b. - isimlerimiz birbirine benzediği için henüz yeni fark ettim yorumunu, bir kişi bir kişidir (büşra b. u.'nun yorumuna karşılık olarak)

burak b. - tophane durağını kaçırdım, resmen farkında değildim. sorry, no problem, thank u'lar arasında indim fındıklı'da

burak b. - kıyıya demirleyen gemiyi bina sandım resmen. istanbul'da yaşayıp hala böyle şeylere şaşıran insanım

burak b. - evet belki yarın beni müze yönetimi yüksek lisansı'na kabul etmeyeceksiniz ama ben müzeleri seviyorum (yarın olmasına rağmen henüz sonuçlar açıklanmadı) (kabul edildim)

burak b. geçen sene tam burada yolda kaldığını söyleyip para isteyen iki teyze size para vermediğim için hala pişmanım

burak b. - bir müddet ara, müze'de 50 dakka (güzel bir müze sloganı bulduğunu çok sonra fark ediyor)

pelin b. - hepsini ben de okudum belirteyim dedim ve beni de müzeye götür

burak b. - neş'e erdok - paper mister. muntazam bir güzellik

burak b. ramazan bayrakoğlu the portraid of alexandra maria lara. pelin zaten sana yakında bir mesaj atıcam sergiyle ilgili

pelin b. - beklemekteyim

burak b. ah burhan doğançay amcam, yeminle olmuyor, seri üretime bağlamışsın bir de

burak b. - kutluğ ataman'a haksızlık ediyormuşum sevgili pelinello. (geçmişte pelin b. ile söyleşirken laf attığı kutluğ ataman'dan af dilercesine) serginin 'after yesterday' kısmı hayallerimi aştı

burak b. - beşiktaş'ta yemek yeme vaktidir, iyi de acıktım ama

burak b. - kabalcı kitabevi'nin yanından geçerken aklıma düştün yine sevgili hitchhiker's guide to the galaxy (romanın basımcısı kabalcı yayınevi)

turgut ö. - ben okumadı

turgut ö. - m

burak b. - mamoru (turgut ö.): tl dr (too long, didnt read)
burak: bilmediğin numara yunus(peter)'a aitmiş (yunus'un isteği üzerine mamoru'ya bilgi veriyor)

burak b. - ogün olsaydı otururduk bir bara, soğuk soğuk ice tea şeftali

burak b. - ömer olsaydı sohbet, muhabbet sonra biraz da kitap

burak b. - doğan olsaydı ben doğan'ı istemezdim zaten (tarafından bin kez ekilen arkadaşına sitem ediyor)

ogün t. - okuyup okumadığımı bu yolla kontrol etmen hiç hoş değil karrşim :d

burak b. - beşiktaş ışıklarda beni facebook'ta arkadaşlıktan çıkaran birini gördüm ama görmezlikten geldim. tersim pistir

burak b. - greenpeace girl: okuyo musun?
ben: öğretmenim
g: yaaaa
b: sen?
g: radyo tv
b: okumak daha güzeldi
g: şayet param olsaydı

burak b. - o kadar emindim ki aktarma basacağıma ama olmadı, tak diye 1 tl'yi çekti aldı

burak b. - al işte 1 lira da metrobüse. herhalde 1,75 bassam intihar ederim

burak b. - ‎"metrobüste ayaktayken minimum enerjiyle maksimum yolculuk" isminde bir kitap çıkarsam yok satarım, anlıyor musun, yok

burak b. - ‎2023'de dahi kulaklıktan yüksek sesle müzik dinleyip çevresindekileri rahatsız edecek ahmaklar olacaktır

burak b. - sol ayağım sekiyor, bu ne yorgunluk

burak b. - bugün uzun zamandır yapmadığım şeyi tekrar yaptım, hala mutsuzum ama bu neyi değiştirir

feyzullah a. - mutlu olman için sana bir şans vermiştim oysa (akşam için söz verip yetişemediğimi kastediyor)

yunus e. s. - yine mala bağlanmış karşim

*atı alan üsküdar'ı geçti