***
i. bilinen
filmlerde görebileceğiniz tarzda bir yağmur başlamıştı. rüzgâr şiddetli,
gökyüzü koyu mavi, bazı bulutlar diğerlerinden daha koyu maviydi. eve sonradan
dâhil edilmiş yalancı balkonun açık penceresinden vücudumun yarısını dışarı
sarkıtmış karşıdaki apartmanların kiremitlerine çarpan yağmur damlalarını
izliyordum. oturduğum süre boyunca arada bir antenini oynatmak için balkona
çıkan salih dışında kıyıda pek seçemediğim birkaç kişi daha gördüm. bir de bir
aralık tren istasyonuna baktığımda gözleriyle beni takip eden bir yabancıyı
seçtim. hava iyiden iyiye soğuyordu, içeri geçip üzerime bir hırka geçirdim,
geri dönerken de sigara paketinden ağzı bana dönük bir sigarayla çakmağı aldım.
bunları yaparken istasyona yaklaşan trenin sesini duyuyordum. tren gelir,
yabancı gider.
geri
döndüğümde sigarayı içmek istemedim. insan doğası ne fena, kısa sürede ne tür
hazlardan vazgeçebiliyor. hiçbir şey yapmak istemiyordum. böyle zamanlarda (boş
zamanlarımda) mutlaka kitap okurdum. bu ne bayağılık. boş zamanlarında kitap
okurdu zat-ı alleri. begonyaların arasında duran budala’ya uzandım. gençliğimde
dostoyevski okumuştum ve bana kalırsa yeraltından notlar ne kadar ağır
ilerleyen bir kitapsa budala o kadar akıcıydı. bir süre sonra kitap okumaktan
da caydım. dediğim gibi bunlar hep bayağılık belirtileridir. mutfağa dönüp
yemeği hazırlamaya koyuldum. insanın hayatını pırasa pişirirken yeniden
kurgulaması kaç kişinin başına gelir ki. tadına baktım, tuzu biraz eksikti.
ayrı bir tencerede makarna için yağ kızdırmaya başladım, sosu züleyha
getirecekti.
‘‘tabi annecim, hayır cevap bekliyorum, o da gelir bir saate kadar.
babama da selamlar, hay hay başım üstüne, ellerinizden öpüyorum.’’
geri döndüğümde yağ çoktan yanmıştı, döküp yenisine başladım. yağmur
açık mutfak penceresinden geçip halının üzerine yağmaya başlamıştı. makarnayı
tabaklara boşalttım, yanında kalan boşluğa pırasayı koydum, kenarlarına da
birkaç demet maydanoz ekledim. ekmeklikten kepek ekmeği çıkarıp dört dilim
-ikimize yetecek kadar- doğradım. raftaki bardaklara uzandım, dengemi kaybedip
birine çarptım, bardak yere düştü, kırılmadı. bu sefer kırılmadı ama bir dahaki
sefere kırılmayacağının garantisi yok. işte tam böyle düşündüm. sürahiyle
birlikte bardakları da masaya getirdim.
***
ii. az bilinen
televizyonun
sonsuz sayılı reklam seslerinin arasında boğulmak üzere olan telefonun sesini
çekip çıkardım.
‘‘efendim canım?’’
‘‘demir özlü’nün bunaltı diye bir kitabı var, bilir misiniz? bence
bilmezsiniz. sartre hayranı olan özlü bu kitabıyla bulantı’ya gönderme
yapmıştır. esasında demir özlü gibi tezer özlü’de de bir parça var
oluşçuluk bulabilirsiniz, aslında onunki var olmayıştır.’’
‘‘peki teşekkürler.’’
‘‘iyi
günler beyefendi.’’
***
iii. tahmin edilen
genellikle
çalıştığım günleri bulduğuna inandığım sert sağanak bir yağmur başlamıştı.
yenikapı sahil yolunda her zamanki yerimde göreve hazırdım. arabanın sacını
döven, camına çarpan, az açık penceresinden içeri giren yağmur mutlak bir tedirginlik
havası yüklüyordu. gazetenin en güzel kısmını -cumartesi ekini- en sona
bırakmıştım. okurken arada bir elim silecekleri çalıştırmak için kola
gidiyordu. içeride üç ses -yağmurun, sileceklerin ve dörtlünün sesi- bir ahenk
oluşturuyordu.
cumartesi
ekinin ortalarındayken içten içe beklediğim anons geldi. ‘‘sahil yolu
yedinci kilometresi yenikapı-e5 bağlantı noktasında gri bir araç bariyerlere
çarpmış, yakın araçların bölgeye acilen intikali gerekmektedir.’’ gazeteyi hızlıca dürüp arka koltuğa
bıraktım, dörtlüleri söndürdüm, sola sinyal vererek yola katıldım. bugün
birisinin ölüm haberini vermek istemiyordum. sıkışmış trafiği açmak için
önümdeki araçlara korna yapıyordum. on dakika içerisinde kaza yerine vardım.
merkezden ambulansın yolda olduğu bilgisini aldım.
***
iv. kazara öğrenilen
tam
kapatmak üzereydim ki telefona cevap verdi.
‘‘efendim canım?’’
‘‘iyi
günler beyefendi, ben polis memuru x. züleyha y.’nin nesi oluyorsunuz?
‘‘eşiyim
ben, buyurun.’’
‘‘eşiniz
yenikapı sahil yolunda bir kaza yaptı, yağmur sebebiyle direksiyonun kontrolünü
yitirmiş, bariyerlere çıkmış, samatya hastanesine götürülüyor, şayet siz de
oraya gelebilirseniz...’’
‘‘peki
teşekkürler.’’
***
v. gerçekte var olan
işten
yorgun ayrılmadığım bir cumartesi mutluluğu hâkimiyeti; etrafa saçılan,
giyimiyle kuşamıyla bir örnek insanlar; şiddeti sual olunmaz bir yağmur;
şemsiye satıcıları; arabanın yerini bulma telaşı; otoparktan çıkarken
unutulduğu akla gelen makarna sosu; bir an önce eve varma telaşı; açık bulunan
sahil yolu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder