17 Aralık 2011 Cumartesi

sonbahar gelir sandım

''Annesi birden fenalaşmış, çocuk da genç tabi ne yapsın o telaşla komşuya koşmuş. Komşunun aklına gelmiş de ambulans çağırmış, çocuk ambulans gelinceye kadar annesinin başından ayrılmamış. Ambulans gelmiş, kadını ambulansa taşıyıp yola çıkmışlar. Yola çıkmışlar çıkmasına ama günlerden cuma, E5 tıkalı, araçlar hareket etmiyor, üstüne bir de yağmur. Onlar için yağmur bereket yerine felaket getirmiş. Annesi fenalaşmadan biraz önce şimdi gidemedikleri kadar uzak bir noktada üç araç ve bir otobüs kaza yapmış, otobüs yolun üç şeridini kapatacak şekilde yan yatmış, trafik polisleri beklenmiş, savcıya haber verilmiş, karşılıklı bağrışlar, suçlamalar olmuş. Hal böyle olunca da yaşlı kadın ambulansta can vermiş. Çocuk hemşireye 'annemden ummazdım bunu' diye bağırmaya başlamış.''

Karşısındakinden ses gelmeyince anlatmaya devam etti.

''Buradan sonrasına komşusunun kocası yardım etmiş. Annesini almışlar, yıkamışlar, götürmüşler, aile mezarlığında kocasının üzerine defnetmişler. Mezar başında dua eden hocanın parasını da yine komşusunun kocası vermiş. Babası bundan 3 sene önce açık kalp ameliyatı sırasında hayatını kaybetmiş. 'Adamın içkisi sigarası da yoktu, bir sabah hiçbir şey yokken üstelik' denmiş arkasından. Komşusunun kocası definin akşamı çocuğu almış karşısına, bazısı böyle durumlarda ne konuşması gerektiğini iyi bilir ya, bu adamda öyleymiş. Ne yapması gerektiğini anlatmış bir bir.''

Eliyle çay işareti yaptı garsona, kendisini ve karşısındakini göstererek.

''Devrisi gün sabah, çocuk babasından kalan inşaatı tamamlamaya Zonguldak'a gelmiş altında minibüsle. Zaten inşaatla ilgilenen ustabaşı varmış, o da öyle yapılan işleri denetlemeye başlamış. Ama gün geçtikçe de psikolojisi bozulmuş. Ustabaşına biri beni takip ediyor, bana bir silah alalım diye diretse de ustabaşı...''

Önümdeki çaydan son yudumumu aldım, cebimdeki bozukluğu bardak altlığının köşesine bıraktım, aynada solgun yüzüme baktım, parkamın yakalarını kaldırdım, kahve kapısından çıkıp inşaata doğru yürümeye başladım.

4 Kasım 2011 Cuma

madakalya

Bazen sevdiği bir insandan uzun bir süre haber alamazdı, araya garip bir soğukluk girer, selam vermeden geçen her gün sohbet etme ihtimali yüzdelik dilimlerde düşerdi. Evvelini hatırlamaz, bu soğukluk neden kaynaklanmıştır bilmez, ne zaman sonlanacaktır kestiremezdi.

Tophane'de C.'nin oturduğu kahvenin yerinde şimdi koca başka binanın yanında dikilirken aklına getirdi bunları. Kaldırım boyunca beden derslerinden hatırlarında kalan önündekinin omuzundan hiza almada başarılı insanlar geçti önünden. Sonra başka garip düşüncelere daldı. Elindekine kitaba baktı, Güler'i merak etti.

Bu sırada hala insanlar geçiyordu önünden, kimileri yola taşmış. Bellidir, onların aceleleri var. Belki şu koltuğunun altında çanta taşıyanı üst dereceden emekli bir banka müdürü. Arkasında yürüyene ne demeli, o da bir polis. Polisleri daha kolay tanırdı; sert bakışlar, kulaklara doğru indikçe kısalan saçlar, temiz tıraş.

Saatine baktı, 5'e yirmi vardı. Sahil tarafına geçti, bir yere yetişme niyetindeymiş gibi adımlarını hızlandırdı. Yanından geçen ve onu eskiten insanlara bakmıyordu bile, düşünüyor gibi bir hali vardı (ama düşünmüyordu da). Yürürken baş parmak tırnağını işaret parmağına batırıyordu. Bunu çocukken pazara gittiklerinde yapardı. Pazarları sevmezdi. Roman kahramanları gibi kalabalıktan hoşlanmadığından değil sadece annesinin pazarlık etmesinden hoşlanmadığından sevmezdi.

Yol beklediğinden beş dakika daha uzun sürmüştü ama varsın sürsündü. Yeter ki onu bulsun, durumu kendince izah etsin isterse daha da uzun sürsündü, bunun bir önemi yoktu. Hem zaten yürümekten yüksündüğü de yoktu. Tahtakale'nin dik yokuşunu tırmanmadan sağdaki sapa sokağa girdi. Çalıştığı hanın kapısına gelince bütün bu düşünceleri değişti, şimdi aksine buraya geldiği için kendine kızıyordu, ne vardı durduk yerde özür dileyecekti, belki dilemeliydi ama şu anda zamanı değildi.

Bu sefer öncekinden biraz daha yavaş olmak kaydıyla Galata'ya yürüdü. Bankta oturan tek tük insan gördü. İnsanların dinlenmeye bile vakti yoktu. Tünele doğru çıktı. Burada da acelesi olanlar, sevgilisini bekleyenler, ayyaşlar, gazoz satıcıları, ayakkabı boyacıları, tüccarlar, dilenciler, sinema önünde bekleyen şaşı kadınlar vardı. Yalnızlığı sevmezdi, insanların içine karıştı. C.'nin oturduğu kahve geldi aklına sonra yine Güler'i, bu kez ardından Ayşe'yi merak etti, bilhassa ayaklarını.

Bazen sevdiği bir insandan uzun bir süre haber alamazdı, araya garip bir soğukluk girer, selam vermeden geçen her gün sohbet etme ihtimali yüzdelik dilimlerde düşerdi. Evvelini hatırlamaz, bu soğukluk neden kaynaklanmıştır bilmez, ne zaman sonlanacaktır kestiremezdi. Bunları düşündüğü anı düşündü yeniden. Karşı da onu görünce nice saçma geldi bu düşünceler. Kendi düşünceleri değilmiş gibi küçümsedi.

     -Sinemaya girelim mi?
     -Açım ben.

1 Ekim 2011 Cumartesi

filmekimi filmi 'snowtown'a bilet kazanma şansı


Justin Kurzel'in ilk uzun metrajlı filmi Snowtown'ın; 11 Ekim Salı öğlen saat 13.30'da Atlas Sineması'ndaki gösterimine bilet kazanmak için aşağıdaki sorunun doğru yanıtını
cagindelisi(at)gmail(nokta)com adresine yollayın. (Hatırlatma: Filmde 18 yaş sınırlaması vardır.) 

Özcan Alper'in ilk uzun metrajlı filmi olan Sonbahar'da başrolü Onur Saylak'la paylaşan kadın oyuncu kimdir? 
***

Aslında durumu daha samimi açıklamam gerekirdi ama nedense öyle yazamadım bir türlü. Kısaca özetleyeyim; ben kendi kendime dedim ki oğlum madem sinemayı seviyorsun, sembolikte olsa bloğunu böyle bir olaya dahil et, git fazladan bir bilet al, onu da bu yazıyı okuyan birine ver. Ama yine dedim ki kendi kendime, sakın bileti kazanmak isteyen gelir benim bloğumu takip eder, her gördüğü yerde 'adam haklı beyler' yazar, kendi bloğunda bunun reklamını yapar gibi saçma sapan isteklerde bulunma. Yapmayanları tenzih ederim ama böyle yapanları yakalarsam iki çift sözüm var onlara.

Velhasılı, başlıkta 'bilet kazanma şansı' demek istemezdim ama bir yöne içerik hemen anlaşılsın diye mecbur kaldım. Yoksa ben kimim ki kime bilet hediye edeceğim, yani öyle bir karakterim yok, sonra sanki atla deve veriyorum da adını bir de 'kazanma şansı' koymuşum. Yani benim böyle başlık attığıma gücenmeyiniz, azizim.

En son olarak da şunu belirtmek isterim filmi bendenizle izleyeceksiniz, yani benim de bu filme bir adet biletim var, vallahi film esnasında öyle yaşlı teyzeler gibi size dönüp 'bak bak en helecanlı yeri, oğlan kızı aldattığını itiraf edicek' gibi şeyler söylemem, paşalar gibi filmimi izlerim, entel yorumlardan kaçarım, hemen düz adam olurum.

Pazar günü çalışan adamdan sevgiler.

28 Eylül 2011 Çarşamba

beni biraz bilin istedim


''Tavanda perdelerin arasından geçen ışıklar, genişten başlayıp bir süre sonra birleşen çizgiler oluşturuyor. Buralarda bu saatlerde hep olur esasında. Buralarda sonbaharları bu saatlerde hep olur bunlar. Ve benim bunları düşünme sebebim, gerçekten düşünmem gereken sorunlarımı göz ardı etme gayemden fazlası değil.

Evde kimse yok. Hoş, birileri olduğunda bir O, bir ben en fazla iki kişi oluyoruz. Ya da bazen beni dışarı gönderiyor ve genellikle saat 10’a kadar geri dönmememi tembihliyor. İşte böyle günlerde, bilirsiniz dışarısı soğuk olur, ben sokaklarda vakit geçirmeye çalışıyorum. Şimdiyse evin içinde yalnızım, biraz evvel dışarıdan geldim, ayaklarımı uzandığım ranzadan kalorifer peteğine doğru uzatmış, aynı kalorifer peteğine çoraplarımı kurutması görevini yüklemişim. Yandığından emin olmasam da kontrol etme işini bir türlü beceremiyorum.

Biraz evvel yani aslında sanki sürekli yazıyormuşum gibi gelebilir ama biraz evvel bir ara vermiştim, balkona çıkıp bir sigara yakmıştım. İşte o biraz evvel size kaldığım bu evin O’na ait olduğunu söylemek zorundaymışım gibi hissettim. Halbuki bunu zaten bilebilirdiniz ve dahası bunu ben size birazdan söyleyecektim ama olsun ziyanı yok artık hepimiz biliyoruz. Ben O’nun evinde bir haftadır misafirim. Benim bazı yönlerime takmış vaziyette olsa da henüz bir sıkıntımız yok.

Hava çok çabuk karardı ve artık o ışıklı çizgiler kaybolmaya yüz tuttu. Kaldığım odada kafamı koyduğum ranza eğer kapı açıksa uzun ışık alan bir koridora bakıyor, eğer açık değilse yine bilebilirsiniz ki karanlık. Aslında odamın kapısı camlı fakat kapının arkasındaki askılığa astığım deri montum ve kazaklarım bu şansı engelliyor. İnsanların deri mont denince aklında oluşan figürler beni hep şaşırtmıştır. Bu sebeple kendi deri montumdan bahsetmek isterim: biraz eski, arkasında çeşitli yazı yazanlarından, demem o ki 2000lerin henüz başında giyilen cinsten. Arkasında büyük harflerle F.I.E.L.D. yazıyor. Ne amaçla yazıldığını bilmesem de siyah rengin üstüne turuncu puntolarla yazılmış olması ayrı bir hava katıyor.

O’ndan da bahsedeceğim elbette ama beni biraz daha tanıyın istiyorum. Ve sevgili siz biliyorsunuz ki bunu yapmamdaki amaç mühim konuları ikinci plana atmak. Ben O’ndan hafif uzun boylu, daha iri yapılı biriyim. Bundan başka çok da büyük meziyetlerim yok. O ise dünyadaki tüm kötü özelliklerin aksine payına düşenin en iyilerini bünyesinde barındıran biri, gerçi merhametli olduğu söyleyenemez ama bundan başkaca kötü huyu yok.''
***

Bazen böyle başlayıp sonraları istediğimden çok başka yerlere giden kısa hikayeler yazıyorum, sonra bunları tamamlamadan siliyorum. Bu sefer istedim ki –hikayemin ana karakteri gibi söylemem gerekirse- yani demem o ki bilin istedim ki bazen mühim şeyleri göz ardı edip önemsizler üstüne eğiliyorum.

Yazdığım hikayeler derken lütfen beni ciddiye almayın, bunların çok azında kendimi böyle hikayeler kurgulamış olduğum için mutlu hissediyorum, çoğunda başarısız oluyorum. Ben bir ana karakter anlatıcısıyım ve sadece gördüğüm şeyleri yazıp o hikayeyi oluşturduktan sonra üstünde oynama yapmayayım, diyorum, yapmıyorum da. Ancak bugün bilin istedim ki çoğu zaman yazamadığım hikayeler, istediğim gibi şekillendiremediğim ana karakterler, gerçeklik katamadığım mekanlar oluyor. Bunlara bir örnek olması açısından üstteki yarım bıraktığım hikayeyi yayınlamak istedim.

İşte her şey bu kadar.

Madem buraya kadar açık yüreklilikle konuştum, eklemek istediğim birkaç husus daha var. Aslında bir kaçından sadece bririni açıklayayım şimdi, ötekiler sonraya kalsın. 1 Ekim’de blogdan soracağım soruya doğru cevap verenlerin arasından yapacağım çekilişle birlikte izlemek üzere FilmEkimi’nden seçtiğim bir filme bilet vereceğim. İsterdim yüz tane, bin tane vereyim ama öyle bir şansım olmadığından madem sinemayı çok seviyorum, sembolik olarak bir tane vereyim dedim.

Arzular şelale Bican.

7 Eylül 2011 Çarşamba

ekim'de ne var ne yok

Ekim ayını öyle severim ki böyle hiç bitmesin, bi tekrar daha yapsın isterim. Ekim ayının havasını öyle çok severim ki böyle uzun kollu gömlek giysek de ne terlesek ne üşüsek. Ekim ayının etkinliklerini çok severim, böyle hep ekimde sarmaş dolaş oradan oraya dolansak, aynı gençlik yıllarımızdaki enerjiyle elimizde kitapçıklarla tiyatrolara, sergilere, sinemalara doluşsak. Ekim ayını çok sevin ki daha çabuk gelsin, biraz uzun kalsın, bir de sizi eğlenceye doyursun.

Ekim ayının The Bucket List'ini hepimiz için yaptım, bunda araştırmacı-yazar kimliğimi geri plana atmak istemem.

-FİLM EKİMİ-
İksv'nin Ekim ayında düzenlediği ve bu seneyle birlikte 10.yılını kutlayan, insanı sanki evinin salonunda film izlercesine mutlu eden, kesinlikle sıcacık, iç ısıtan bir ortam oluşturan film festivalidir. 8-15 Ekim tarihleri arasında İstanbul'un ev sahipliği yapacağı festival, bu sene kabuğunu kırarak 13-16 Ekim'de İzmir'de, 20-23 Ekim'de Bursa'da, 27-30 Ekim'de Trabzon ve Diyarbakır'da sinemaseverlerle buluşacak.

Filmekimi biletleri, 1 Ekim Cumartesi saat 11.00'dan itibaren;

- Biletix satış noktaları,
- Atlas, Beyoğlu ve City's gişelerinden satışa sunulacak.

Filmekimi'nde hafta içi gündüz seansları (11.00, 13.30, 16.00) sadece 5 TL.
Hafta içi 19.00 ve 21.30 seansları ile hafta sonu tüm seanslar tam 14, indirimli 8 TL.

-bilgilendirme notu: fazladan hizmet bedeli ödemek istemiyorsanız biletlerinizi sinema gişelerinden alınız, ayrıca gerçek bir filmekimi takipçisiyseniz iyi filmlere yer bulabilmek için 1 Ekim'de erkenden gişelerde olunuz.-

Festivalin öne çıkan yapımları arasında ilk göze çarpan film BİSİKLETLİ ÇOCUK / LE GAMIN AU VELO. Cannes'da Jüri Büyük Ödülü'nü Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filmiyle paylaşan Dardenne Kardeşler'in bu filmi babasının artık onu istemediğini söyleyen ve yetimhanede bir başına kalan 11 yaşındaki Cyril'in iyimser, bir o kadar da masalsı hikayesini anlatıyor.

Dikkati çeken bir diğer film ise şüphesiz son zamanların en başarılı yönetmenlerinden biri olan Danimarkalı Lars Von Trier'in yönettiği MELANKOLİA / MELANCHOLIA filmi. Kristun Dunst'ın Cannes Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'ne uzandığı film Filmekimi'nin ses getirecek diğer bir yapıtı.

Filmekimi programında kaybolmak ve filmler hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için bir TIK yapmanız yeterli.

-FİLMEKİMİ facebook sayfası   : http://www.facebook.com/filmekimi
-FİLMEKİMİ twitter sayfası        : http://twitter.com/#!/filmekimi2011

-12. İSTANBUL BİENALİ-
Başta belirtmem gerek ki bineal 2 yılda bir düzenlenen etkinliklere verilen isimdir, 'of, geçen yılkini kaçırdım' diye bir şey olmaz, olamaz, yapmayın da. Bu yıl 17 Eylül - 13 Kasım arasına yayılmış olan bienalim ismi ''İSİMSİZ''. 2009'da odaklanılan ''What Keeps Mankind Alive? / İnsan Neyle Yaşar?'' konusu kadar somut şeyler çağrıştırmasa da İksv şöyle bir açıklama içine girmiş: 

''12. İstanbul Bienali, hem biçimsel olarak yenilikçi hem de siyasal açıdan sözünü esirgemeyen yapıtlara odaklanarak sanat ile siyaset arasındaki ilişkiyi inceleyecek. Bienalin başlığı “İsimsiz (12. İstanbul Bienali), 2011″.''

Bienal mekânları Pazartesi hariç her gün, 10.00–19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Bienalin açılışını takip eden 19 Eylül Pazartesi günü tüm mekânlar açık olacaktır. Şu ana kadar açıklanan bienal mekanıysa Antrepo No.3.

Biletler :
- Bienal Artı : 150 TL
- 12B Sınırsız : 50 TL
- Tam – 15 TL (Ön Satış Fiyatı)
- Öğrenci : 5 TL (Ön Satış Fiyatı)

Koç Holding desteğiyle üniversite öğrencileri bienali geziyor kapsamında Üniversite Öğrencileri öğrenci kimliklerini göstererek bienal mekânlarını ücretsiz gezebilecekler. 

Ayrıntılı bilgi; http://bienal.iksv.org/tr de.

-KEVIN SPACEY EKİM'DE İSTANBUL'DA-
The Usual Suspects'te yardımcı oyuncu rolüyle Oscar alan, peşine giriştiği L.A Confidental'da istikrarını bozmayan, American Beauty'deki performansıyla filmin Oscar'ı Fight Club'ın elinden almasını başaran, peşine henüz izleme fırsatı bulamadığım The Life of David Gale'de ve Moon'da oynayan aşmış insan Kevin Spacey, İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenecek III. Richard oyununda oynamak üzere İstanbul'a geliyor. 

Biletleri 11 Eylül'de satışa çıkacak olan oyun, 5,6,7,8 ve 9 Ekim'de 20.30'da Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde sahnelecek. Bilet fiyatları ise farklı kategorilere göre 400 ila 40 TL arasında değişiyor.

Valla 400 TL verip izlenilebilir mi bilmiyorum ama dünya gözüyle Kevin Spacey'i bir görmek gerekir, ondan eminim.

Ayrıntılı bilgi; http://www.iksv.org/tr/arsiv/p/1/388 sitesinde.

-EFES PİLSEN BLUES FESTİVAL 22-
Bu benim ilk Blues Festivalim olacağından ben de biraz meraklıyım. Öncelikle genel bilgileri vereyim. Türkiye'nin ilk ve tek Blues festivali olan Efes Blues Festival bu yıl 23 Eylül - 29 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek. 20 farklı şehirde 24 konserle bluesseverleri müzik ziyafetine davet eden Efes Pilsen Blues Festival 22'nin bu yılki konuklarından bazıları; Lucky Peterson -hani şu the tonight show silsilesinin sevilesi emektarı-, Rick Estrin & The Nightcats ve John Mooney.

Biletler Biletix'ten satışa sunulacak.


Şimdilik böyle, daha da vardı ama üşendim. Bir sonraki kıpraşımda Alpay Erdem gibi yazıcam, dostlar kahvesinden selamlar.

11 Ağustos 2011 Perşembe

öptümbay...*

Sevgili Fatih Emniyet Müdürlüğü,

Bir ehliyet almak ki bu kadar zor olsun, sanki ülkenin tapusunu alıyorsun üstüne. Başta kursuydu, sınavıydı, sağlık raporuydu, harcıydı, belge toparlamasıydı, randevu almasıydı böyle zorlukları var. Sonrasında başka bir zorluğu var ki ben ona değinicem biraz.

Ehliyetle ilgili her işimi hallettikten sonra belgeleri emniyete verme işim kalmıştı. Bunun için de internetten randevu alıyorsun, rahat yani, güzel sisteme geçmişler, randevu saatin belli gidip belgelerini teslim ediyorsun sana bir gün veriyorlar, o gün gidip ehliyetini alıyorsun. Tabi bu anlattığım ütopya, yalan dolan, yani gerçek de bu kadar kolay değil.

Geçen hafta oturduğum ilçenin emniyetinden randevu alıp gitmiştim lakin görevli belgelerimi gittiğim kursun bulunduğu ilçenin emniyetine teslim etmem gerektiğini söyledi, boynum bükük eve döndüm ve Fatih İlçe Emniyet'e kur yapmaya başladım. Pazartesi sabahı zarınan zorunan son gün olan perşembenin son saatinin -15.00/16.00- sondan bir önceki randevusunu -29- kapmayı başardım. Randevu dosyasının çıktısını almam gerekiyormuş, bilgisayara kaydettim, flash belleğe attım, 'daha sonra alırım çıktısını yeaaa' diyerek salladım. Yalnız evrakları teslim etme adresi olarak iki farklı yer yazılıydı randevu kağıdında, ben de hiç arayıp sormadan ikincisinin doğru olduğuna kanaat getirerek perşembe 13.30 gibi yola çıktım.

İlk başta çıktı alacaktım ama yoldayken aklıma gelince oralarda bir yerden bulurum diye geri dönmekten vazgeçtim ve cebimde para da olmadığından bursumu çekmeye bize biraz uzak olan Ziraat Bankası'na yürüdüm. Parayı çektikten sonra tramvayla Gülhane durağına gittim. Fatih İlçe Emniyet oraya kaydırılmış, mekanı buldum ama dedim dur içeri girmeden şu çıktıyı alayım. Lan geziyorum geziyorum yok, yürüye yürüye Sultanahmet'in oraya geldim, orada bi yer buldum, işte sahibi geldi dedi 'burası turistik yer, fiyatlar biraz farklıdır, bir bak istersen'. İçimden dedim ne kadar fark eder ki, sonra baktım çıktı 1 lira, bilgisayarı kullanmak 3 lira. Bir yerde mecburum 'tamam' dedim. Bu arada aklıma geldi:

-Çıktı alırken bilgisayarı kullanmış sayılıyor muyuz?, dedim.

'Evet' dedi, 'bu yüzden istersen otur bir 20 dakka kullan, paran boşa gitmesin'. Zamanım yoktu, o yüzden imalı biçimde 'sağ olun, acelem var' dedim. Çıktıyı aldım, adam:

-Sen 1 lira ver, yeter, dedi.

Sevindim tabi, 4 lira nerede 1 lira nerede. Hem fazladan bir yüksek sesli de teşekkür etmedim, zaten hakkı değil lan neye alıyor 3 lira, bilgisayar olmasa çıktıyı nereden alacak, aptal bunu hiç düşünmüyor sanki.

Neyse, aklıma gelince yine aynı şekilde sinirleniyorum. Hemen emniyete gittim, nereye başvurmam gerektiğini sorduğumda adam 'biz bakmıyoruz, sen Fatih Kaymakamlık'a gideceksin, Vakıf Greba'nın karşısında' dedi. Saate baktım 15.19.

DaDaDa Daannnn. Acaba kahramanımız yetişebilecek mi?


Hemen koşup tramvaya döndüm, Çapa durağında indim, oradan aşağıya Vatan Caddesi'ne doğru koşturmaya başladım. Bu arada gözüm saate ilişiyor ara ara: 15.45.

Yol boyunca işte mahkemesiydi, büro amirliğiydi, çocuk suçlarıydı, güvenlik güçleriydi böyle bir ton birim yan yana ve benim gitmem gereken kaymakamlık en sonda. Tabi koşarken bundan haberim yok, her yeni binanın başlangıcında soruyorum, herkes biraz ileride diyor; lan söylesenize ne kadar biraz ona göre gideyim, ne bileyim 100 metre de, 200 de, 3000 de ama de bir şey yani.

Sonunda koşa koşa kaymakamlıktan içeri girdim, işlem yapmam gereken yeri buldum, evraklarımı çok tatlı ve güler yüzlü bir bayana teslim ettim, çıkışta bir bankın üzerine oturdum. Saate baktım: 16.00

Anlamadığım nokta niye şunun yerini doğru düzgün açıklamazsınız a Fatih Belediyesi, neden yani, çok mu zor ya da ne bileyim niye iki farklı adres koyarsın da insanın zekasını zorlarsın. Lan oruç oruç çektiğim bu çileler reva mı bana!? Emniyet ve ehliyet bir daha bana bulaşma olur mu?

Hadi seni de
Öptüm bay!




Sevgili Aptal D&R Kasiyeri,

D&R'la olan ilişkime şu yazımda biraz değinmiştim ama D&R'la asıl derdimi şu yazımda dile getirmiştim(ikinci fotoğrafın hemen altındaki yazı). Bugün,-yazının burasına kadar okuduysan artık biliyorsun- anlattığım kahırbelaları yaşayan ben eve dönmeden önce son olarak kredi kartı borcumu yatırmak için yolumun üstündeki alışveriş merkezine uğramıştım, parayı imansız atm'ye yatırdıktan sonra mağazaların vitrinlerinden kendimi süze süze dış kapıya yöneldim.

İşte o an çakan şimşeklerin kafamdan değil de yağmurdan ötürü olduğunu görmemle durayazmam bir oldu. Hayatımda gördüğüm en şiddetli yağmurdu ama tabi benim bunu biraz daha süslü betimlemem gerekirdi şayet yeteneğim olsaydı. Velhasılı kapıda yağmurun birazcık insaf etmesini beklerken aklıma ne kadar uzun zamandır Uykusuz almadığım geldi, tekrar alışveriş merkezine girip D&R'ın katına çıktım. Hemen kasanın yanında duran ayaklı şeyden Uykusuz'u çekip aldım, hem bir kaç dergiye bakmak için hem de biraz vakit öldürme çabasıyla mağazada dolaşmaya başladım.

Burada araya girmek isterim, yine geçmişte bir yerlerde D&R'dan 1 liraya film aldığımı söylemiştim ki eğer hala hız kesmeden buraya kadar okuduysan ve yukarıdaki linke tıklayıp dediğim kısmı da okuduysan haberin vardır, haberin yoksa da artık dediğim linke tıklayıver bi zahmet. Tarifsiz duygular içinde yine o köşeye doğru yöneldim, 1 liralık almadığım film kalmamıştı ama 2,99'a lisedeyken bir kısmını izleyip çok beğendiğim müthiş Fatih Akın filmi Kebab Connection'a rastgeldim. Ee tabi almamak olmazdı ve aldım.

Biraz daha kitaplar arasında dolaştıktan sonra kasaya yöneldim; Uykusuz 2 lira, film 3 lira, cebimden bir beşlik çıkardım. Şimdi burada yine bir parantez açmak isterim: D&R alışveriş yapan müşterilerine ücretsiz Radikal gazetesi hediye ediyor. İlk başlarda sadece Uykusuz aldığımda bile hediye ederlerken sonraları biraz daha kallavi alışveriş yapan müşterilere vermeye başladılar.

Evet, flashback'imiz burada sonlanıyor. Ben kasaya doğru yaklaşırken ve cebimden bahsi geçen beşliği çıkarırken hep aklımda bedava Radikal alacağımın mutluluğu vardı. Kasiyer aldıklarımı okuturken ekrandan izliyorum ben de; Uykusuz: 2.00 TL, Kebab Connection: 2,99 TL bir de cızzırt cızzt diye fiş kesme sesleri hayal et ve sonunda beklediğim an da gelmişti; Radikal: 50 KR, pızzırtt cızzırt Radikal: -50 KR HEDİYE. O an bir kelebeğin kanat çırpışlarıyla basite indirerek anlatabileceğim bir mutluluğum var. Kasiyer torbayı pazarcı stiliyle açtı, filmle dergiyi koydu, gazeteyi koymadan bana uzattı ve yanındakiyle muhabbete döndü. Resmen dünya başıma yıkılmıştı, lağn itin oğlu versen nolurdu lan, elini uzatıp orada duran ve eminim geri iadesi size külfiyet olacak gazete yığınından bir tanesini bana versen nolucaktı, be eşşeğin evladı yüzüme baksan da gözlerimi gazetelerin üstünde kilitlediğimi farkedip 'aa beyfendi size gastenizi takdim ediyim' desen nolucaktı.

Ben de ayrı dangalağım, 'afedersiniz gazete de alabilir miyim' diyemiyorum, isteyemiyorum işte hakkımı azına sıçiyim, isteyemiyorum, utanıyorum, huyum değil lan işte. Ama bütün suç işini iyi yapmayan sen aptal D&R kasiyerinin, bir daha asla hayatıma dahil olma, fatura kesme, para üstü verme bana seni cahil.

Öptüm bay!




Sevgili Çakma Luis Vuitton Çanta Kullanan Bayanlar,

Sizi metroda, tramvayda, sokakta, orada burada görüyorum, yeter be kusturdunuz artık, yeter. Neden Zeytinburnu 58. bulvardan hanım hanımcık bir çanta alıp kullanmıyorsunuz da ısrarla çakma Luis Vuitton alıyorsunuz! Ortalıkta ciddi anlamda sayısı her geçen gün artan kötü çantalarla geziyorsunuz, hadi bunu geçtim, çakma çantalar da kullanıyor olabilirsiniz, elbette özeniyorsunuz alın kullanın tabi, aptal değilsiniz ya o kadar para bayılacaksınız gerçeğine, buna da kabülüm ama nolur artık çakma Luis Vuitton çanta almayın, o bok renkli çantalarla caka satmayın.

Misal giydiğim bir gömleği birisinin üstünde görsem ve o gün onu giymemiş olsam bile benim için o gömlekten soğuma vakti çoktan gelmiştir de geçiyordur bile. Yani siz böyle bile mi hissetmiyorsunuz be sevgi çiçeklerim, aşk kelebeklerim?

Peki sana ne demeli gerçeğine o kadar para bayılan parasının düşmanı bayan! Zaten piyasada onbinlerce -Aziz Nesin'de hep birleşik yazar, ona özendim- çakması varken senin kolundakinin gerçek olduğuna beni hangi güç inandıracak!? Genel kanım kola takılmış her Luis Vuitton çanta sahtedir, bunu değiştirmemi bekleme Levent'de bile karşılaşsak.

Demem o ki nolur artık genç kızlar, olgun bayanlar, milf mature kokana teyzeler başka çantaları da kullanalım, göz zevkimizi bozmayalım. (sanki Luis Vuitton'un viral reklamını yapmışım gibi hissediyorum, çok garip)

Öptüm bay!



Sevgili yazının sonuç bölümüne gelmiş ben,

Son zamanlarda yazmasalar da bu şekilde şikayetlerini dile geitirip rahatlayan ve bana bu yazıda ilham olan bir site var, gidin orada biraz eğlenin. Adres şu ola http://www.optumbay.com/. Benden çok daha iyi şikayet anlatabiliyorlar, kıskanıyorum.

Buralarda hayat böyle, hepinizi öpüyorum, en çok da seni kereta, şu kadar uzun yazıyı okuyup sonuç kısmına geldin ve hala yazıyı bitirmeyip laf gevezeliği yapan bu adama katlanıyorsun, seviyorum seni. İsterdim bu da günün şarkısı diye paylaşayım ama benim tarzım öyle değil, bana yaz sana liste olarak gönderirim,  söz, yeminlen.

Neymiş?! *http://www.optumbay.com/

ÖptümBay!

14 Temmuz 2011 Perşembe

ender gelişen blog atakları

oha, gene saçımı kısa kesmiş hayvan
gidiyorum, tatile, ama daha sonra da gidiyorum. açıklama falan da yok. lan aptallığıma temayı bozdum, sonra böyle bir ayar verdim, demiştim ayar vermeyi severim diye. şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; televizyon açıksa iz tv, travel&living, discovery, science, ntvspor, lig tv ya da eurosport izliyorumdur, eğer kadın kuşağı izliyorsam mutlaka anannemlerdeyimdir.

Lan madem gidiyorum dur bir iki bir şey daha yazayım. peş peşe 2(yazıyla da rakamla da aynın) Dostoyevski romanı okudum, onlardan önce 2 tane de goethe romanı okumuştum, etti mi sana 4. onlardan da bir önce yine dostoyevski okumuştum, etti mi sana 5. tabi bunu 1 seneye yayarak yaptım, bunu da belirteyim ki bir senede kaç kitap okuduğum ortaya çıksın, kaldı ki mevzu bahis o değil. velhasılı 5 tane rus romanı okuyan bir adam tehlikelidir. rüyaları bile tehlikelidir. en son suç ve ceza'Yı okuyordum, 4 ay bi ara verdim, geçenlerde tekrar elime aldım ki son 100 sayfa kalmıştı, onu da 1 günde bitirdim. akşamına rüyamda adam öldürdüğümü ve tahminen 10 yıllık bir ceza aldığımı gördüm. ben ilk defa bir rüyadan bu kadar tırstım vallahi de billahi de. o kadar ki uyanınca şükrettim. 

madem konu dostoyevski'den açıldı ben de bir fikrimi aradan çıkarayım istedim. şimdi bu suç ve cezA'yı bir gençken, bir orta yaşlıyken, bir de yaşlıyken okuyun diyollar ya ben sebebini buldum. romanda üç ana karakter var; rodyon romanoviç(raskolnikov), porfiri prokoviç(polis) ve adını unuttuğum öldürülen yaşlı kadın. raskolnikov genç ve suçlu, prokoviç orta yaşlı ve adalet peşinde, işini seven, öldürülen kadın ise yaşlı, cimri, zengin ve mendebur. demem o ki gençken kendinizi raskolnikov'un yerine koymanız pek doğal ve bazı şeylerin oturduğu orta yaş evresinde prokoviçin yerine ve elbette yaşlılığınızda öldürülen kadının. ben koydum, oldu.

andy warhol'U insanlar -bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak> sözüyle bilir ama onun dışında kapitalizme getirdiği açıklamayı da severim. aşağı yukarı şunları söylemiştir warhol ya da ben yontiyim biraz işte aynı kefeye çıksın; abi demiş kapitalizm ne iyidir ne hoştur, sonuçta dünyanın en zengin adamıyla en fakir adamı için coca colanın tadı aynıdır ve bunu parayla bile değiştiremezsin, paşa bile olsan aldığınız keyif eşittir ve eşit olmaya devam edecektir. adam haklı beyler.

bu arada dostoyevski'DEN OKUDUKLARım -suç ve ceza>, -beyazgeceler> ve -kumarbaz>dı, goethe'dense -piedra ırmağının kıyısında oturdum ağladım> ve -genç werther'in acıları>idi. hepsini de otogarda indirim çadırından aldım. kitaba o kadar da para vermem yani, suç ve ceza 6,50 tl idi, beyaz geceler ise 2,00.

ÖPÜYORUM ŞIMDI ELIMDE BIR YÜREK BU SONUCA NASıL GELDIK DELICE SEVEREK GÜM GÜM ATıYOR ÇOK ÜZÜLÜREK, sen söyle çaldıran savaşı?

KÖTÜ ŞEYLER BIZIM TARAFTA, HEYYO.

BELKI GELIRIM GERI, KEYFIMCE IŞTE.

çok uzaklardan rövaşata editi: bugün, rafları toplarken -piedra ırmağı'nın kıyısında oturdum ağladım> kitabına ilişti gözüm, halbuki yazarı coelho'ymuş, neyse zaten kimsenin umurunda değil, sehven oldu abilerim.

1 buçuk ay sonra gelen başka bir edit: porfiri prokoviç diye götümden salladığım ismin aslı porfiry petroviç imüş.

10 Temmuz 2011 Pazar

geçmişten gelen

Misal buraları hep değiştirebiliyorum, istediğim şeyi yazıp istediğimi silebiliyorum, fotoğrafı beğenmeyince kaldırabiliyorum, tasarımına kusabiliyorum, satırları çok uzun kullanabiliyorum, istediğim yerde











satır başı yapabiliyorum ve fakat hayat öyle değil. Bir şeyin bir sefer olması yeterli, bir daha geri alamıyorsun, tamir de edemiyorsun, üstünü de kapatamıyorsun, doğru olmadı mı düzeltmek için pek az fırsatın oluyor. Zaman meselesine takmam da bu sebeple. Saat sabahın 5buçuğu olmuşken yatmak konusunda pek cömert davranamıyorum ama bilgisayardan geçmişi silebiliyorum, saati geri alabiliyorum.

kışın bir zamanlar 07


Bir daha hiç yazamayacakmışım gibi, öyle garip ki, sanki yazmak istemiyormuşum gibi. Bunu şu anda düşünüyorsam tek sebebi başkalarına kızmam, yazdıklarına kızmam. Bunu buraya yazdığım için de kendime kızmam durumu mevzu bahis, o yüzden daha fazla yazmıyorum.

ekim 08


Ağzımdan duman çıkar derecesinde soğuk hava, balkonda daha fazla kalamayacağım. (bazı yerler okunmuyor, burası onlardan biri). Dediğim gibi günün öyle geçmesine bir anlam yüklemek ne kadar doğru bilemiyorum. Ayrıca hava zaten soğuk, en iyisi ah muhsin ünlü,nün de dediği gibi 'haydi iç de çay koyayım'. 

ekim ortaları 08


Sevdiği sözcükleri tekrar tekrar yazan bir adamın şair oluşunda rasyonel sebepler aramanın manası yoktu, ben de öyle yaptım. Çok sıkı bir sosyalist görüntünün altına kamufle olmayı başarmış bir asosyalin başarısını kıskandım. Ve ben de saydım; bir vapur, iki şemsiye, üç an, dört sahne, beş ev, altı koridor, yedi gazete, sekiz mızıka, dokuz tren, on teleskop. 

kasım sonları 09


Sabah kalktım, bir yerlere gittim, eve döndüm, odamı topladım, kirlileri sepete attım, kitapları dizdim, atılacakları attım, kalacaklara da acımadım, sonra su koydum kendime, ilaç içtim, odamdan battaniyeyi aldım üstüme, televizyonu açtım, kadın kuşağına baktım, iz tvyi açtım, kapı çaldı, cevap vermedim, koltuğa biraz daha yapıştım, ayağa kalktım, tuvalete gittim, geri koltuğa döndüm, ellerimi başımın altına aldım, telefonum çaldı, cevap vermedim, televizyonu kapattım, fişini bıraktım, battaniyeyi kafamın üstüne serdim, kenarlarını vücudumun altına sıkıştırdım, uykuya daldım, uykumda birileri beni çağırıyordu, dönüp bakmadım, uyandım, mutfağa gittim, yemek ısıttım, sofrayı serdim, yemek yedim, sofrayı kaldırdım, bulaşıkların üzerinden su geçirdim, dişlerimi fırçaladım, battaniyemi aldım, yatağa girdim, üstüne yorganı çektim, uyudum. 

aralık ortaları 09


Taksim'de çok özel bir yer var, cumartesileri ve çarşambaları açık arttırmayla kitap alabiliyorum ve bunu not etmekten çekinmemeliyim. Taksim'de aynı özel yerde eski fotoğraflarda satın alabiliyorum, oturup kitap da okuyabiliyorum, d&r,la dalga da geçebiliyorum, bedavadan çay da içebiliyorum, 50 kuruşa kitap da alabiliyorum,  ocağın yanında ellerimi de ısıtabiliyorum. Modern dünyanın standartları dışında pek çok şeyi zevkle yapabiliyorum, bunu not almaktan çekinmemeliyim.

kasımın bir tarafları 08

İyi günler.
Kötü bir şeyler olmak üzere.

19 Haziran 2011 Pazar

biraz dağınık kaldı

Kabanımdan içeri giren soğuğun beni yataklara düşüreceğini bilmeden yokuştan aşağı evime doğru gidiyordum. Evim yokuşun bittiği yerde soğuk mermerlerle bezeli beş katlı bir binanın en alt katıydı. Apartmanın önüne gelince kafamı girişi bina kapısının hemen yanında olan kahveye uzattım. Buraya taşındığımdan beri en çok sevdiğim yer bu kahve olmuştur, özellikle de tahta parkeleri. Cemil'i görünce poşetleri kapı ağzına bıraktım, uyuşmuş ellerimi bozuk para çıkartması için cebime götürdüm, masanın üzerine bir kaç demir ve iki tane kağıt bir milyon bıraktım, ardından tekrar bina girişine yöneldim. Giriş kapısı açıktı ve aslında bunu umursayacak tek kişinin de ölmüş olması hiç hoş değildi. Yöneticimiz Ulaş Hanım geçen sene katalitikten çıkan gazdan zehirlenerek eşiyle birlikte can vermişti, belki kızı da evdeydi tam hatırlamıyorum ama haberlerde kadın aynen böyle anons etmişti.


Posta kutusuna bakmadan aşağıya indim. Tahta kapının tek kilidi vardı, onu da kolayca açtım, poşetleri girişe bıraktım, kabanımı fortmantoya astım ve terlikleri ayağıma geçirdim. Eve uğramayalı neredeyse iki ay olmuştu ve iki ay sonra bile her şeyi yerli yerinde bulmak güzeldi. Mutfak penceresinden içeri sızan güneş geçen iki ayın tozunu gözüme sokma çabası içerisindeydi. Evin içi gerçekten soğuktu, gerçekten kirliydi ve gerçekten berbat kokuyordu. Buzdolabını karıştırmaksa gerçek bir zaman kaybıydı. Mutfaktan ayrılıp yan kapıdan salona geçtim, koyu yeşil tekli koltuğa bıraktım bedenimi. Tozlar havaya uçuştu, bense kolumu yanımdaki komodinin üstüne koyup bunun keyfini çıkartmaya baktım. Uzunca bir süre gözüm yerdeki karolara dikilmiş vaziyette oturdum.

Kendimi Oğuz Atay'ın Selim'i gibi hissediyordum. Belki biraz da Selim'e özenerek kitapları toplama bahanesiyle kitaplığıma doğru bir manevra yaptım. Ama şimdi penceremden süzülen bir güneş olmadığı için tozları görmem mümkün değildi. Eskiden beri düzenleme işine takıntılıydım, bu sebeple esasında raflar düzenliydi. Beş rafta sırasıyla film dvdleri, müzik cdleri, okuduğum kitaplar, okunmayı bekleyen kitaplar ve dergiler vardı. Kitaplıkta o an gözüme takılması muhtemel pek çok eşya vardı ama benimki Suç ve Ceza'ya takıldı. Aldım elime, tozları gitsin diye salladım, arasından bir kağıt düştü. Kitap ayracı kullanmam ben, onun yerine üzerine notlar aldığım kağıtlar sıkıştırırım kitabın arasına. Ne çok not yazmışım diye geçirdim içimden. Kağıdın köşesinde dört ay öncesinin tarihi atılıydı. Demek kitabı elime almayalı dört ay olmuştu. Peki ben ne zaman bu kadar dağınık biri olmuştum!


Bugünden 42 Gün Önce
Bugün uzun bir tren yolculuğuna çıkıyorum. Uzun bir tren yolculuğuna bugün çıkıyorum. Bir uzun tren yolculuğuna bugün çıkıyorum.

Bugünden 39 Gün Önce
Ayağımda bot, altımda keten pantolon, üstümde oduncu gömleği ve uzun palto, sırtımda çanta. Çantanın içinde de belli başlı şeyler var. Gittiğim bir yer yok, varılacak bir yer varsa Güney Amerika olabilir, yani olsa güzel olur. 

Bugünden 38 Gün Önce
Bugün trende ateist bir insanın cennete girip giremeyeceği üzerine düşündüm. Bence girebilir. İnsanlığa  karşı sevgi besleyen, yardımdan gocunmayan, insanlar için hep iyiyi isteyen bir ateist cennete girebilir. Neticede Allah'ın affediciliği ateistin inkarından daha yücedir. Diyelim Edison ateistti ama yaptığı icat 250 yıldır insanoğlunu aydınlatıyor, Allah bu kulunu affetmez mi? 

Bugünden 33 Gün Önce
Joshua diye biriyle tanıştım ve geçen bahsettiğim ateistlik üzerine konuştuk, sanırım aynı fikirdeyiz.

Bugünden 30 Gün Önce
Joshua ile ayrıldık, o güneye gitmeye karar vermiş, ben biraz daha kuzeye gideceğim. 

Bugünden 27 Gün Önce
Hala kuzeydeyim. Çok kötü hastayım ve bir kaç gündür kilisede yatıyorum. Buranın reçeli şimdiye kadar yediğim en lezzetli şey.

Bugünden 24 Gün Önce
Nerede olduğumu ve nereye gittiğimi bilmiyorum. Hava hala çok soğuk. Artık güneye gitmeye karar verdim.

Bugünden 12 Gün Önce
Özgürlük içinde, özgürlük kafanda, özgürlük sen neredeysen orada.

Bugünden 11 Gün Önce
Yalnız olunca hissetmek daha değerli geliyor, özlemek daha acı, sevinmek daha sade.

Bugünden Bir Kaç Gün Önce
Dönünce şunu fark ediyorsun ki dönmek hakikaten keyifli.

*foto: TIK

24 Nisan 2011 Pazar

zamansızlar kahvesi


Bazı zamanlar saatlerin içinde kaybolmaya ne gerek var, 3le 4 arasında bir fark aramaktan mutlu olmaksa yalnızlık, evet bazı zamanlar saatlerin içinde kaybolmaya gerek var. Yaptığım her işte 10dan geriye doğru sayıyorsam ve 0 dediğimde o işi bitirmek zorunda hissediyorsam bunu söylemeye ne gerek var ve evet şimdiye kadar bunu herkesten gizlemişsem birinin bilmesine gerek var, buna çok ihtiyacım var.


Bir şehirde insanlara yabancı olmaktan hüzün duyuyorsam, kaybolduğum her sokakta evime ait bir parça buluyorsam ve her bir parçayı birleştirdiğimde yine de aynı sevinci yaşayamıyorsam derdimi söylemekten çekinmeme ne gerek var, ama zamanı durdurup dışarıda insanlar kol kola yürürken ben sadece başımdan aşağı gözlüğümün üstüne, oradan da paltomun bir kısmına akan yağmurda buluyorsam kendimi burada sadece yağmuru sevmemi söylememde bir gerek var, gereksinim var.

Duyduğum şarkıyı aynı dilde bir tek ben söyleyebiliyorsam, yanımdan geçenlerin bana aldırış etmelerine ne gerek var ama sessiz sessiz çiçeklerin arasında yuvarlanırken bunun hayatımdaki son iniş olmayacağını insanlara onların dilinde anlatırken beni dinlemelerinde bir gerek var.

Çatısından tanımadığım şehirdeki insanların sevinç çığlıklarını duyduğum, ve annesinin elinden kurtulup balkona, beni izlemeye koşan çocuğa sırıtışımın ne gereği var, oysa ki pek matah olmayan bir zevkin doruğunda ayağımı havaya kaldırıp ötekini yanına almamla yer çekimini test etmemin bir gereği var, bunu ben biliyorum.

Vapurların şehrimden yol aldığını görüyorum, belli belirsiz bir sebepten o vapuru kaçıranların hırslı bakışlarını duyumsuyorum, çıkardığı suyun arkasından gelen martıların neyi istediğini biliyorum ve vapur iyice uzaklaşınca arkasında kalan o suyun dümdüz bir beton gibi kalacağını da. İşte bu beton benim ölümüme sebep olabilir, bunu yazmama gerek yok, gereği olan bir şey varsa yalnızlık, hep yalnız kalma dürtüsü, sofraya ikinci bir tabağı koyamamak ve hatta ne biliyor musun evde bardak kırdığın için bile üzülmemen, sana takım bozuldu diye kızan birinin olmaması.
1

Kötü bir şeyin olması içimi huzursuz etse de sevinçlerimin yüksek perdeden rol çalması beni mutlu ediyor. Sevdiğim az şeyin hayatımın pek çoğuna tesir etmesi, düzensizliğimi mutlu kılması sıradan hayatıma renk katıyor. Düzensizliğimi bir düzene çevirmiş olmam, beni ben yapan şeylerin tümüne, arkama yaslanıp nefes alışverişlerimde bir ritm tutturmama bile tesir ediyor.
2

Size sen demekten hiç hoşlanmam sevgili okuyucu, sizin zamanınızı da çalmak istemem ama benimle ilgili bir sır paylaşmaktan geri durmam eğer okumak isterseniz. Sizi pek tanımadığım doğru, biraz çekimser olabilirsiniz ama bana yazmaktan çekinmeyiniz, zira tanışmaktan haz duyarım ve uzatırsanız elinizi dahi sıkabilirim. Şimdi size vaat ettiğim şeyi söylememe izin verirseniz, ben pek büyük kaybetmedim ama iki üç yıl içinde çok kaybetmiş olacağım. Bunu tahmin etmekten öte biliyorum ve kaşı koyamıyorum, bazen sizinde olacakları tahmin edip engel olamayışınız gibi. Sevgili okuyucu, sizinle tanışma şerefine nail olmak isterim eğer beni kendinize layık görürseniz, aksi halde sizi varlığımla rahatsız etmek istemem. Yıllar içinde uzanacak samimi dostluğumuza tek başıma kadeh kaldırıyorum. Kendinize elzem önemi gösteriniz.
3

29 Mart 2011 Salı

festivalinizi nasıl alırdınız?

İstanbul Film Festivali 2 Nisan'da başlıyor. Hala bilet bulma şansınız olduğunu söylemeliyim.  Hafta içi 11.00, 13.00 ve 16.00 seansları ve tüm türk filmleri her zaman olduğu gibi 4 lira. Biletleri festival sinemalarından almaya çalışın, Biletix 4 liralık bilette 1 lira 75 kuruş para alıyor fazladan. Festival kitapçığını mutlaka satın alın, bir hatıra kalır bu bahtiyar günlerden size.

Şimdi size yok şu filme gidin, yok bu filmi mutlaka izlemelisiniz gibi burnu büyük önerilerde bulunmayacağım, hangisi hoşunuza giderse ona takılın biraz. Beni soracak olursanız her zaman olduğu gibi Hisar Kısa Film Seçkisi'ne ve bir de her zaman filmini çekmenin hayalini kurduğum Sirkeci-Halkalı tren yolunu ve çevresindeki hayatları anlatan Banliyö belgeseline bilet aldım. Belki bir iki film daha eklerim sessiz sakin olanlarından.


Ayrıca ücretsiz(beleş) workshoplar-terim diye çevirmiyorum- bu sene de devam ediyor. Onlar için detaylı bilgiyi de buradan edinebilirsiniz. Ben Akbank Kısa Film Festivali'nde ödül alan filmlerin gösterimine gitmeyi planlıyorum. Bu arada İksv'ye de gönüllü olarak başvurdum, artık gönüllü lazım olursa kanımla canımla yardımlarına koşarım.

Bir de 'Allah'ım böyle fikirler kimin aklına geliyor' diye şaşırdığım bir site açmışlar; insanlar festivalle ilgili kendi hikayelerini paylaşıyorlar. İsmi de pek manidar filmgibi30yıl

Son son şunlar var ki söylemek isterim Emek'ten sonra Yeni Rüya'da kapandı, artık bir sonraki sene ya Beyoğlu ya da Atlas Sineması kapanır, süper olur, süper kentleşiriz.

Festival çizelgesini indirmek için buraya, festival ana sayfasına gitmek içinse buraya tıklayabilirsiniz.

dipnot: o kadar canım sıkkın ki festival kitapçığı bile engel olamıyor bu duruma..

13 Mart 2011 Pazar

benzer parodiler

Hava durduk yere bozmuştu, cebimde kalan son bozukluklar gibi ve böyle bir günde sokağa çıkmaya yeltenen hiç kimse kadar dolu sokaklardan, uzun yürüyüşleri uman yokuşlardan ve bir de benden haber alamayan insanlardan çekiniyordum sadece. Önüme gelen çöp tenekelerinin içine eğiliyordum sanki ilk defa yapıyormuşum gibi. Eskiden, okuduğum zamanlardan hatırımda kalan bir cümle surat ifademe güzel yumruklar halinde iniyordu: 'insanları çöpleri ele verir, 1 litrelik kola şişesi yalnız bir adamı işaret eder ve eğer sen yalnızsan zaten yazık'. O zamanlar pek önemsemediğim bu cümlenin şimdi karşımda bana diz çöktürüyor olması, mağlubiyetlerimin en zayıf duygularımı toprağa gömmesine izin vermiyordu. Aklımın tam ortasında kalpten yükselen bir parça çalıyordu iki kişinin söylediği. Bunu hissediyor olmam yaşadığıma bir işaretti. Ama her zaman bir ama'nın oluşu yürümeme engel gibiydi.

Karnım açtı ve büyük şehrin lokmalarından biri olmaya pek hevesliydim. Ağzını kocaman aç diyen annesine uyan bir çocuk kadar güzel olan bu şehrin belki en lezzetli lokması olmayacaktım ama bunu bilmeyen insanların oluşu içimi rahatlatıyordu. Karnım açtı ve gözümün önünde ölümün, sonsuzluğa kavuşmanın anahtarı olduğunu anlatan rahibin saplantılı fikirlerini dinlemektense ölüme yaklaştığım şu anda korkuyla acının çok yakın kavramlar olduğunu insanoğluna anlatmak isteyişim nefesimi tutmama engel oluyordu.

70lerden çaldığım bir Pazar gününde kılık kıyafetim tam yerinde ölmeyi arzulayan bir adamdım. Ama hayal ettiğim ölme şekliden çok uzakta, bir dilenciden çok hala bir beyefendi gibi. Böyle ölmeyi yakıştırdığım adamlar da vardı ama ben yukarıdaki gibi bir ölümü hak etmeye çalışmıştım yıllarca. Oysa şimdi saçım sakalıma karışmamıştı, üstümde kirlenen kıyafetlerimden öte kirlenen bedenim ve arkamdan arayıp soracak insanlar vardı.

Ama dediğim gibi böyle ölüyordum ve son duyduğum radyoda çalan şeydi, hay aksi, hep unuturum zaten o adamı, John Parish miydi, hah yok yok Matt Elliot'tı. Sanki benim için söylemiş dostlarımla demlenirken dinleyeyim diye 'The Failing Song'.

17 Şubat 2011 Perşembe

kasım ve öbür diğer bütün aylar

Aylardan Kasım’ı çok severim, ama ondan bile sadece otuz tane yaşanıyor olması ne kötü. Kasım’ın 3ü gibi taşınma işlerinin sancısını üzerimizden atmıştık. O, gün boyu evde yazıyor, bense gündelik ihtiyaçları karşılamak için bir iki işte dikiş tutturmaya çalışıyordum. İş dediysem de yönetmenlik hayaliyle başlayan kariyer serüvenim zamanla sesçiye, ışıkçıya, set amirine hatta figürana kadar kaymıştı. Yine de yanımdan ayırmadığım not defterine, çekeceğim film için ufaktan notlar almaya devam ediyordum.

Evimiz Kuzguncuk’ta bir apartmanın 3. katıydı. Sonunda hikâyelerindeki kahramanlarınki gibi uzun tahta kapıları olan, pencerelerinden başka insanların hayatlarına misafir olabileceğimiz, ısıtmasız bir evimiz olmuştu. Havalar daha soğumadığından ısınma şimdilik sorun değildi, zaten pek umurumuz olacak gibi de durmuyordu. Odalardan birini boş bırakmayı seçmişti, bazen kararları O’na bırakmak çok daha keyifliydi. Salonda raflara sığdırmaya çalıştığımız kadar kitap ve sağında ve solunda pencere bulunan iki duvarın kesiştiği yerde bilgisayar duruyordu. Ortada bir tane kanepe, arkasında üstü kitap dolu bir yemek masası, diğer duvar dibindeyse yan yana dizilmiş boyu 1 metreyi aşan kitap yığınları. Bunlar salonun yegâne parçalarıydı. Televizyonumuz yoktu, aslında olmasa da olur havamız bu durumu tetikleyen etmenlerin en önemlisiydi. Köşedeki bilgisayarın işlevselliğinden de emin değildim çünkü O, her zaman parkenin üzerine bıraktığı laptopla çalışırdı. Gündüzleri yemek yemek ve geceleri sevişmek dışında kitap okuyarak ısınırdık. Her sayfanın ateşine kapılıp bir kurban verirdik duygularımızdan ve anlatıcının merhametine bırakırdık bütün yalanları.

Aylardan sıcağımsı Aralık’tı. Hem bir arkadaşı ziyaret etmek hem de O’nun istediği birkaç kitabı almak için Cağaloğlu’na düşürmüştüm yolu. Bakırköy’den atlayıp trenle Sirkeci’ye gelmiş, orada bir süre hayalini kurduğum kameralara bakmış oradan da Cağaloğlu’na çıkmıştım. Kitaplar 30küsür bir şey tutmuştu ama cebimde 27lira olduğuna ikna olan dükkân sahibiyle anlaşmakta zorluk yaşamamıştık. Biraz daha sağda solda sürttükten sonra saat 6 gibi Eminönü’nden Üsküdar’a giden vapura atlamıştım. Hava soğuktu ama ne bileyim belki birkaç detay yakalarım da not alırım diye üst kata çıkmıştım. Altımda alelade bir pantolon, içimde bir tişört, üstümdeyse rahmetli ananemin ördüğü yün hırka vardı. Hırkanın delikleri arasından giren sıcağımsı soğuk hava çıplak tenimde bir süre dans ettikten sonra gerisin geriye evrene karışıyordu. Bu son iki cümleyi aklımdan geçirince bayağı hoşuma gitmişti ve kendime ‘aferim oğlum, not al bu cümleleri’ diye telkinde bulunmuştum.

Üsküdar’da indikten sonra otobüse binmem gerekiyordu ama öyle yapmak istemedi canım. Bazen zorlamanın gerçekten âlemi yoktu, ben de kıyıdan yürümeye başladım saçma düşünceler içinde. Böyle bir an gözlerim kararıyor, bir açıyorum Cannes’da ödül almışım, tekrar kararıyor bir açıyorum Bafta’da ödül almışım, bir kez daha kapıyorum Altın Ayı’yı kucaklamışım. Hayatta bazı anların büyüsü vardır ya, işte öyle anlardan birinin içinde olduğumdan emindim. Ne kadar yürüdüğümü kestiremiyorum, aslında nerede olduğumdan bile şüpheliyim, karşıma bir tane sahaf çıktı. 

Bazen uzun zamanlar belki yüzlerce defa önünden geçersiniz de orada olduğunu fark etmezsiniz ya, işte öyle bir yer. Kapısının önünde bir kedi ve yanında bekçilik ettiği tahta bavul içerisinde onlarca eski kitap. İçeri giriyorum, kapıyı açınca üstteki zil boşa geliyor ve havada bir o yana bir bu yana sallanıp hafif tınılar çıkarıyor. İçeride keskin bir ilaç kokusu, sanki eskiden burası eczaneymiş gibi bir fikre kapılıyorum. Karşı masada benden bihaber bilgisayarla ilgilenen 30 yaşlarında bir bayan ve benim girmemle yüzüne tebessüm takınan 50li yaşlarına yeni bastığına ve bir dönem Erenköy’de tedavi gördüğüne emin olduğum ablası. O’na buradan bir kitap almak istiyorum ama cebimde hiç param yok. Şöyle kendimi ağırdan satan bir iki hamle sonunda gözüm bilgisayarın yanındaki Kolera Günlerinde Aşk’a ilişiyor. Kadın önce bana sonra kitaba sonra tekrar bana bakıyor ve omuz silkerek ‘okuyorum hala’ diyor. Ben de zaten alamayacağım için ‘şu an yanımda para yok lakin siz bitirdikten sonra ayırırsanız şayet’ diyorum bir umut. Arkamı dönüp çıkmak üzereyken ‘bana verebileceğiniz paradan daha değerli bir şeyiniz var mı’ diyor o da bir umut. Hiç düşünmeden cebimden not defterimi çıkarıp masanın üzerine koyuyorum öteki elimle kitabı kavrarken. ‘Eğer’ diyor ‘kitabı katlamazsanız çok sevinirim’. Sırtımın üzerinden arkamı dönüp hafif bir tebessüm de ben bırakıyorum dükkândan içeri. Bu sefer arkamı dönmeden elim kapı kolundayken ‘kediyi’ diyorum, ‘tabi’ diyor ablası eminim elini koyacak yer bulamazken. 

5 Şubat 2011 Cumartesi

sokak çetesiyle blues fantaziler

Hayat hep yarım ekmek arası ‘Sokak’ kıvamındaydı bizimkiler için ve elbette benim için. Taksimin arka sokak yarım barlarından bozma bir mekanda çalmaya başladık hep beraber. Esasında hayallerimizin işini bir Bond çantayla grandtuvalete satacak kadar yavşaktık hepimiz. Ama biri blues dese dünyayı yakacak kadar da cesur çocuklardık.

O dönemler canlı müziğin sadece pavyonlarda söylendiği zamanlardı ve bizim adımız ‘Sokak Çetesi’ydi, hepsi o. Zaten zamanla bize pek uymadığından ‘çete’yi atmış, sadece ‘sokak’ olarak kalmıştık. Grup olarak 10 üzerinden 2’yi, bilemedin 3’ü zor alırdık. Pek iyi çalamadığımızı üst katta oturan Kaltak Seniha’da söylerdi. Aç parantez Kaltak ismini biz koymamıştık, onun ismi Kaltak Seniha’ydı kapa parantez. Ama blues denilince hep akla biz gelirdik o zamanlar.

İyi çocuklardık esasında. Bir de bodrum katı kiralamıştık 125bin liraya. Hasbelkader ödeyebiliyorduk kirayı ama işte bir de faturalar olunca... Yerler parkeydi, duvarlarda Bilal’in ordan burdan yürüttüğü retro posterler vardı. Bir de çok iyi hatırlarım Modern Times filminin posteri vardı; Sokak grubunun beraber izlediği ilk film. Mutfakta bardan aşırdığımız dibi gelmiş votka şişeleri, mütemadiyen içinde makarnanın bıraktığı izler taşıyan tabaklar ve hepsi bu kadar, başka da bir şeyimiz yoktu.


Bizim için hep umut vardı ve ah birde bir türlü doğmayan güneş. Gecelerin karanlığından beter olmuş satırlarımız, ışığın ara sıra uğrayıp bir iki paket makarna bıraktığı yüzüne hasret kalmıştı. Ve biz yine de iyi çocuklardık Osman biraz piç olsa da. Blues dışında hep beraber sevdiğimiz başka tek bir şey varsa o da 60lar ve 70lerdi. Osman bir gün yanında sonraları üzerinden aylarca espriler yapacağımız hatta gittiğimiz her yere taşıyacağımız bir pikapla geldi, işte o zaman başka bir şey oldu. Hepimiz yemek paramızdan arttırdıklarımızı plaklara vermeye başlamıştık.

Biriniz bizim için en önemli tarihi soracak olursa şüphesiz aylardan kasımdı diye söze başlarız. Sıkıntılı geçen kasım ayının son günleriydi. İki aylık birikmiş kira, üstüme kayıtlı faturalar ve birde o akşam son kez çaldığımızın farkında olmadan yaptığımız 70ler partisi. Sedat’ın saatini Ermeni terziye rehin bırakmasıyla üzerimize 70lerin İspanyol paça pantolonlarıyla, boğazlı kazaklarını geçirdiğimiz son gecemiz.

‘Sokak’ olarak o sokağa, o bara, Kaltak Seniha’ya son kez veda ettik ve hayallerimizin sis bulutu içerisinde gözlerimizin önünde yok olmasına izin verdik. Eve döndük, Osman hemen gelirim diyerek ayrıldı. Hepimiz bir köşede sessiz sedasız gözyaşları döküyorduk. Osman elinde bir plakla içeri girdi, pikaba yöneldi, önce biraz cızırtı ardından çıkan ses: ERKİN KORAY, FESUPUNALLAH

bodrum katının tuvaletinden kağıda dökülenler
18 Kasım '97

3 Şubat 2011 Perşembe

bu isimsiz bir şarkının yarım kalmış güftesidir

kaybeden insanlar birbirlerini tanır, sinema kuyruğunda fütursuzca gülen fahişelerin çığlıklarının boş sokakları doldurduğu günlerin anılarını paylaşır, sebepsiz yere işlenmiş ya da işlenmekte olan yalan cinayetlerin kaba saba faillerini gizler, şehrine uğramayan trenlerden birine atlayıp uzaklaşmak isterken bile sigaranın son nefesini doya doya içine çekmek ardından karşısındaki duvara üflemek ister, şehir bilmemnebaşkanının bilmemkim oğluna işkence yaparken zevkin doruklarından soğuk suların gerçekliğine tüm iliklerine kadar titrer. kaybeden insanlar kaybettiklerinin farkındalığını kazanmak uğruna savaşların en çetin geçtiği yerde bataklık sürüngenlerinden beter inlerler sen hiç birinin sesini duyamazken. sesin her daim içerden geldiğine şahit olanların çok az yaşadığı ülkelerin en boktanından bir çıt yükselmezken kaybeden insanlar hüngür hüngür ağlar, paldır küldür davranır, şangur şungur camları yere serer, patır kütür dayak yer, yerli yersiz küfreder, olur olmaz şarkı söylerler. ciddiyetsiz davransanda onlar sana, kravatına, gömleğine, rugan ayakkabılarına, yana taranmış biryantinli saçlarına, yanında duran hanımefendilerine hörmet ederler.

ben kaybedenler kulübüne saygı duyulmayan zamanlardan kalmış hüzünlü bir besteyim, tekrar tekrar sonsuz kez dinlesen de hep seni anlatır, seni izlerim. sen kaseti değiştirmeyi unuttuğun bir günde bana seslen o ince sesinle. başka bir güfte elbet bulunur.

22 Ocak 2011 Cumartesi

bildiğiniz şeylerin yersiz itirafi üzerine

Sıkıntılarımla boğuşurken bu sabah ‘Sevmek Zamanı’nı izlemek geçti içimden. Her zaman nostaljiyi sevmişimdir çünkü aslında yaşamana imkan olmayan ve olsaydı içini çok güzel doldurabileceğine inandığın anların büyüsüdür nostalji. Nostaljiyi Yeşilçam’da aramam da şüphesiz en doğru tercihlerimden biri.


Bugün Yeşilçam filmlerinin kötü adamlarının repliklerini çalasım var, içinde nostaljik bir seyahate çıkmak istediğim. Ama bu işi elime yüzüme bulaştırmaktan korkarım, o yüzden iyisi mi kendi nostaljimi yaratayım.

Son zamanlarda yazma konusunda sıkıntı çekiyorum, sanırım bu durum yaşamakla ilgili sıkıntılarımdan ileri geliyor. Bazılarına göre henüz genç insanların sorunları olamaz. Fakat bana kalsa ufacık çocuğun sevdiği kıza karşı duyduğu karın ağrısı dünyanın en büyük sorunları listesinde başa oynayabilir. Çünkü sıkıntıların büyüklüğü onla başa çıkması gereken kişinin büyüklüğüyle ölçülebilir.

Her neyse bugüne kadar iyisiyle kötüsüyle yazılar yazdığım oldu. Her ne kadar insanlar yaptıkları işlerle ilgili her biri benim için ayrı ayrı değerli dese de bana göre öyle değil. Yazdığım vakit hoşuma giden lakin sonradan gayet sıradan bulduğum yazılarım ziyadesiyle var. Ama içlerinden bazıları var ki benim için hep özel kalacaklar. İşte şu güne kadar ki nostaljik ilk beşim:

Bara giriyorsun, sahne de bir grup, dillerinde Everly Brothers’dan ‘bye bye love, bye bye happiness’...

Eskiden pazar sabahları hep abimle kavga ederdik ekmek almaya gitmemek için. Oysa şimdi dışarı çıkmazsam açlıktan ölebilirdim...

Hastalıklı bir iş gününün ardından eve dönme çabam vardı sadece...

Geçenlerde faturayı ödememişim diye elektriği kesmeye geldiler. Durun yapmayın, bir karışıklık olmuş bile demedim...

En sıkı yumrukların altında ezilen ben değilmişim gibi davrandım. Bunu daha önceleri tekrarladığım olmuştu. Şu anki ötekilerden farklı bir durum sayılabilirdi fakat ben yine aynı bendim...

6) NEDEN OLMAZ?
Bu işlere bakan melekler var, onlar istemezse hiç olmaz. Belki annenden beddua almışsındır, beddua tutarsa da olmaz...

Dün telefonda verdiğim saçma cevaplardan sonra evin salonunda hazırlanan sorgu sandalyesine geçtim. ‘‘Neredeydin?’’ sorusuna vereceğim en sert yanıtı ararken buldum kendimi...

Saat 03.35'se ve senin hala uykun yoksa bir önceki günü hiçbir şey yapmadan geçirdin demektir...

5'i geçse de en azından 10'a varmadı.

16 Ocak 2011 Pazar

kirli muhasebe

İnsanlar kışları kat kat giyinir fakat neden soğuktan kaçmaya bu kadar ihtiyaçları olduğunu düşünmezler. Çünkü soğuk aslında gerçektir, sana yaşadığını hissettirir. Aldığın her nefesin duasını çırılçıplak bedenlerini buzla kaplı göle atmış şanslılara adarsın.
Şu sıralar kaybedenler kulübünün değerli bir üyesiyim. İnsanları notların, kıyafetlerin, paranın, lüksün bile mutlu edemediği dönemler varsa ben de onlardan birinin içinde olduğumu kabul etmeliyim. Şu zamana kadar saklanmak akıllıca bir çözümdü ama artık durumun ciddiyetinin farkındayım.

Sabah erken uyandım, ritüele buz gibi suyla başladım. Hemen üstüme bir kotla bir tişört geçirdim, elime de kapüşonlu bir yağmurluk aldım dışarı çıktım. Çok geçmeden ellerim buz kesmişti, sonraları başlarda sızlayan parmak uçlarım iyice hissizleşmişti. Tünelden yukarı çıktım, Fransız okulunu geçince soldaki büyük kapıdan girdim. Binanın girişinde ufak kapıya gelince karşı kapıdan çıkan kız geçmem için durakladı, ben de onun için durdum, yanımdan geçerken kısık bir sesle teşekkür etti, ben de tebessüm ederken kulağına eğilip ‘hayat bazen nostaljik filmler kadar siyah beyaz’ dedim. Yanımdan geçip giderken aklını gün boyu kurcalayabileceğimden emindim. Şimdi yalnız başıma kalınca kendi filmimdeki siyahları görür olmuştum. Eski trabzanlara tutunarak merdivenlerden çıktım. Arkası bana dönüktü:

          -‘Refik hocam?’

Arkasını döndü, o değildi, ‘birazdan gelir, siz buyurun odasına geçin’ dedi ince sesiyle. Pek de yabancı olmadığım odasına geçtim, her zamanki gibi saat çalışmıyordu, binanın boşluğuna bakan penceresi üstten açıktı. Kalkarken geriye doğru ittirdiği sandalyesi cama yaklaşmış, masasının üstündeki kağıtta anlamsız birkaç not vardı. Penceresinin üzerindeki çiçeğin üzerinde bir kuş dışarı çıkan sıcaklıktan faydalanma çabası içindeydi. Bu sırada ağzımın üstünden akan sümüğümü yuttum, kalanları da omzuma sildim. Kapı aralığında bu halimi gören doktor gülerek içeri geldi.

          -‘Evet’ dedim ‘ameliyat olabilecek miyim, sadece bunu bilmek istiyorum.’

-‘Bu pek mümkün görünmüyor.’

Kör olacağıma dair inancım git gide artıyordu, halbuki görmek her şeyden daha güzeldi, balıkçıları seyretmek, gözün yaşarana kadar güneşe bakmak, uzaktaki minibüsün nereye gittiğini görmek. Bunun gibi pek çok düşünce aklımdan geçti. Uzandım ve cebimdeki pilleri masanın üzerine bıraktım, arkamı döndüm;

-‘Psikolojik destek almana yardımcı olabilirim.’

          -‘Benim ihtiyacım yok, kendinize iyi bakın doktor.’ Ellerini filmlerdeki gibi alnına götürerek;

-‘Bu zamanlar herkes bunu söylüyor, hepimiz çok akıllıymışız gibi.’

          -‘Bakın doktor hastalığımı bu şekilde çözemem, bunu anlamanız gerek.’ Uzun bir ders verecekmiş gibi ayağa kalktı –sanırım bu üniversiteden kalma bir alışkanlıktı- sonra vazgeçti. Ben hiç istifimi bozmadan sol elimi kapıya dayamış halimle konuşmaya devam ettim;

          -‘Uygulamaları az çok biliyorum ve bildiğim bir sistemden yarar sağlayabileceğimi zannetmiyorum, bu kendi başıma çözmem gereken bir durum. Hem siz sinemacı olsaydınız, bir filmi normal biri gibi izleyebilir miydiniz?’ Köşeye sıkışmaya başladığından emindim.

-‘Kuşkusuz' dedi, 'kuşkusuz izleyemezdim ama ondan yararlanmaya çalışmaktan da geri durmazdım’. İşte şimdi gerçekten üşümüştüm. Eyvallah edip ayrıldım binadan. Bir sonraki adımı bilmeden rüzgardan beter savruldum. Galata'da bir kafeye attım kendimi, karşımda oturan kızdan ödünç aldığım laptoptan yazdım bu satırları.

Bazen ben de sırada ne var diye soruyorum kendime ama yalancı olmaktansa soğuktan donmayı yeğliyorum. Şimdi şu son satırı yazarken karşımdaki duvarda asılı saate ilişiyor gözüm ama sanırım pili bitmiş tıpkı benim gibi.

2 Ocak 2011 Pazar

bazen düşünüyorum da

* Özellikle ulaşım araçlarını kullanırken düşünüyorum ben. Önce araca biniyorum, ardından gözümün seçebildiği kadarıyla insanları süzüyorum ardından düşünmeye başlıyorum. Çünkü insanların düşünceleriyle büyüdüğünü yeni yeni anlıyorum. Düşünmediğim zamanlarda küçük gördüğüm insanlardan kendimce af diliyorum, bilhassa tiplerine bakarak yadırgadıklarımdan.

* Vasat bir senaryo, kendince kaliteli sanat yönetimi –kaliteliden kasıt çakma resimler, reklamını yapma koşuluyla kullanılan zengin restoranlar, ikeya evleri- ve parayla sağlanan kaliteli kameralar bir araya gelince iyi film çekilmez arkadaş. Ben oyuncular dâhil yedi kişiyle bir film çekmek istiyorum mesela, işte o zaman görüşürüz diyesim geliyor. Adı da manevralar.

* Kumkapı’da tren istasyonunu gören bir evde çekmek istiyorum filmi. Mutfak sahneleri için dondurulmuş sebzeler kullanmak istiyorum, sonra bir masada oturmuş yemek yiyen insanlar olsun istiyorum, hatta içlerinden biri büyük şapkasıyla gerçek bir Musevi olsun istiyorum.

* Amatör ruhla yapılmış her işi takdirle karşılıyorum ama bazen kızmıyor da değilim. Kim kötü bir iş çıkarsa eee amatörüz abicim diyor. Neden amatörlüğün arkasına sığınıyorsunuz oğlum siz. Bir iş yapmadan önce azıcık okuyun, deneyin sonra yapın .m koyim.

* Benim boğazı yüzerek geçmek gibi bir fantezim var. Esasında başarabilir miyim, emin değilim ama hep ileriki bir zamanda yapabileceğime dair inancım tam.

* Yemek yapma konusunda hiç başarılı olamadım, aslında bunun suçlusu tek başına ben değilim, gerekli şartlar oluşmayınca pek ihtiyaç duymadım o yüzden. Halbuki hep bir gurme edasıyla televizyon programlarında yemek eleştirisi yapmak istemişimdir.

* Yurtdışında gezmek denilince benim aklıma ilk İzlanda, İrlanda, İskoçya ve Bosna-Hersek gelir. Ne bileyim hiç öyle Amerika, İngiltere, Fransa, İspanya gibi zengin hayaller kurmadım bu güne kadar. Yatmadan önce varsa yoksa bu ülkeleri düşündüm. Şöyle atlayıp trene bütün Balkan ülkelerini görmek istiyorum, kiliselerde, istasyonlarda sabahlamak istiyorum. İşte bir gün bu hayallerimi birine anlatıyorken pat diye araya girdi ‘hippi gibi mi’ dedi, gibi gibi dedim. ‘Banyo falan yapmadan yani’ dedi, sen alajak dujj demek istedim ama fesüphanallah çektim.

* İnsan bazen arkadaşlarına dışarıdan da bakabilmeli bence, kıyafetlerine, konuşmalarına, hayata bakış tarzlarına falan. İnsan kendini arkadaşlarına o kadar yakın hissedince onlara başka birinin gözünden bakamıyor. İşte bu yüzden geçen Doğan’ı düşündüm. Saçları uzun, hafif kısa boylu, toparlak, bıyıklı, deri montlu Doğan’ı. Eğer metroda Doğan’ı tanımadan yolculuk yapsaydım ona nasıl bakardım diye düşündüm. Belki pek önemsiz gelirdi ya da içimden derdim ki şunun saçlarına bak, kızların ki bu kadar uzun değildir. Ama tanıdığım Doğan hakkında yorum yapmamı isteselerdi onu kendi çapında yüce idealleri olan farklı bir insan olarak tanımlardım. 2 sene öğretmenlik okuduktan sonra bölümü bırakıp başka bir bölüme geçen kaç deli vardır ki şu hayatta derdim, sonra bu devirde grubuyla plak çıkarmak isteyen ağır sapkın biri derdim, beni Freddie Mercury ile tanıştırmış insan derdim, bunları derdim yani. Ama tanımasaydım Doğan’ı, pekala ağzımı yamultarak salak derdim, ahmak derdim, montofon ineği derdim.


* Her seferinde radikal kararlar alıcam diye diye bakkaldan radikal alıyorum. Yalan lan aslunda, bak ben şimdi gidiyorum D&R'dan alıyorum Uykusuz'u, orada bedava Radikal gazetesi de veriyorlar. Halbuki bizim bakkal Uykusuz, Penguen falan bile getirmeye başladı ama işte 25 kuruşluk gazetenin ve D&R poşetinin cazibesine kapılıp bakkala ihanet ediyorum. Ha, bir de D&R'da 1 liraya film satıyorlar, geçen gün dayanamadım 2 tane daha aldım, eve geldim bi saydım 7 tane olmuş.
 
* Radikal kararlar konusuna gelince, evet alacağım -alıcam diye okunur- ama tam beceremiyorum, yani tam alıyorum sonra vazgeçiyorum. Sürekli vazgeçmemin 2 sebebi var. İlki gözlerim, gerçekten yakında hiç göremeyeceğime dair inancım gün geçtikçe artıyor. Solu kaybettim kaybedicem, hemen laf yapmayın, okula devre arası girsin doktora gideceğim. Diğeri ise kimseye söyleyemeyeceğim kadar mühim bir sorun, yani dostum kişisel algılama söyleyemem.
 
* Açık Radyo'da program sahibi bir insan olmak da fena olmazdı be Noel Baba.

*Fotoğraflar Açık Radyo'da Cazır Cazır programının sahibi Deniz Koloğlu'nun bloğundan: http://cazircazir.blogspot.com/ Program her perşembe 12de, eli sıkılası insan, tebrikler.