17 Şubat 2011 Perşembe

kasım ve öbür diğer bütün aylar

Aylardan Kasım’ı çok severim, ama ondan bile sadece otuz tane yaşanıyor olması ne kötü. Kasım’ın 3ü gibi taşınma işlerinin sancısını üzerimizden atmıştık. O, gün boyu evde yazıyor, bense gündelik ihtiyaçları karşılamak için bir iki işte dikiş tutturmaya çalışıyordum. İş dediysem de yönetmenlik hayaliyle başlayan kariyer serüvenim zamanla sesçiye, ışıkçıya, set amirine hatta figürana kadar kaymıştı. Yine de yanımdan ayırmadığım not defterine, çekeceğim film için ufaktan notlar almaya devam ediyordum.

Evimiz Kuzguncuk’ta bir apartmanın 3. katıydı. Sonunda hikâyelerindeki kahramanlarınki gibi uzun tahta kapıları olan, pencerelerinden başka insanların hayatlarına misafir olabileceğimiz, ısıtmasız bir evimiz olmuştu. Havalar daha soğumadığından ısınma şimdilik sorun değildi, zaten pek umurumuz olacak gibi de durmuyordu. Odalardan birini boş bırakmayı seçmişti, bazen kararları O’na bırakmak çok daha keyifliydi. Salonda raflara sığdırmaya çalıştığımız kadar kitap ve sağında ve solunda pencere bulunan iki duvarın kesiştiği yerde bilgisayar duruyordu. Ortada bir tane kanepe, arkasında üstü kitap dolu bir yemek masası, diğer duvar dibindeyse yan yana dizilmiş boyu 1 metreyi aşan kitap yığınları. Bunlar salonun yegâne parçalarıydı. Televizyonumuz yoktu, aslında olmasa da olur havamız bu durumu tetikleyen etmenlerin en önemlisiydi. Köşedeki bilgisayarın işlevselliğinden de emin değildim çünkü O, her zaman parkenin üzerine bıraktığı laptopla çalışırdı. Gündüzleri yemek yemek ve geceleri sevişmek dışında kitap okuyarak ısınırdık. Her sayfanın ateşine kapılıp bir kurban verirdik duygularımızdan ve anlatıcının merhametine bırakırdık bütün yalanları.

Aylardan sıcağımsı Aralık’tı. Hem bir arkadaşı ziyaret etmek hem de O’nun istediği birkaç kitabı almak için Cağaloğlu’na düşürmüştüm yolu. Bakırköy’den atlayıp trenle Sirkeci’ye gelmiş, orada bir süre hayalini kurduğum kameralara bakmış oradan da Cağaloğlu’na çıkmıştım. Kitaplar 30küsür bir şey tutmuştu ama cebimde 27lira olduğuna ikna olan dükkân sahibiyle anlaşmakta zorluk yaşamamıştık. Biraz daha sağda solda sürttükten sonra saat 6 gibi Eminönü’nden Üsküdar’a giden vapura atlamıştım. Hava soğuktu ama ne bileyim belki birkaç detay yakalarım da not alırım diye üst kata çıkmıştım. Altımda alelade bir pantolon, içimde bir tişört, üstümdeyse rahmetli ananemin ördüğü yün hırka vardı. Hırkanın delikleri arasından giren sıcağımsı soğuk hava çıplak tenimde bir süre dans ettikten sonra gerisin geriye evrene karışıyordu. Bu son iki cümleyi aklımdan geçirince bayağı hoşuma gitmişti ve kendime ‘aferim oğlum, not al bu cümleleri’ diye telkinde bulunmuştum.

Üsküdar’da indikten sonra otobüse binmem gerekiyordu ama öyle yapmak istemedi canım. Bazen zorlamanın gerçekten âlemi yoktu, ben de kıyıdan yürümeye başladım saçma düşünceler içinde. Böyle bir an gözlerim kararıyor, bir açıyorum Cannes’da ödül almışım, tekrar kararıyor bir açıyorum Bafta’da ödül almışım, bir kez daha kapıyorum Altın Ayı’yı kucaklamışım. Hayatta bazı anların büyüsü vardır ya, işte öyle anlardan birinin içinde olduğumdan emindim. Ne kadar yürüdüğümü kestiremiyorum, aslında nerede olduğumdan bile şüpheliyim, karşıma bir tane sahaf çıktı. 

Bazen uzun zamanlar belki yüzlerce defa önünden geçersiniz de orada olduğunu fark etmezsiniz ya, işte öyle bir yer. Kapısının önünde bir kedi ve yanında bekçilik ettiği tahta bavul içerisinde onlarca eski kitap. İçeri giriyorum, kapıyı açınca üstteki zil boşa geliyor ve havada bir o yana bir bu yana sallanıp hafif tınılar çıkarıyor. İçeride keskin bir ilaç kokusu, sanki eskiden burası eczaneymiş gibi bir fikre kapılıyorum. Karşı masada benden bihaber bilgisayarla ilgilenen 30 yaşlarında bir bayan ve benim girmemle yüzüne tebessüm takınan 50li yaşlarına yeni bastığına ve bir dönem Erenköy’de tedavi gördüğüne emin olduğum ablası. O’na buradan bir kitap almak istiyorum ama cebimde hiç param yok. Şöyle kendimi ağırdan satan bir iki hamle sonunda gözüm bilgisayarın yanındaki Kolera Günlerinde Aşk’a ilişiyor. Kadın önce bana sonra kitaba sonra tekrar bana bakıyor ve omuz silkerek ‘okuyorum hala’ diyor. Ben de zaten alamayacağım için ‘şu an yanımda para yok lakin siz bitirdikten sonra ayırırsanız şayet’ diyorum bir umut. Arkamı dönüp çıkmak üzereyken ‘bana verebileceğiniz paradan daha değerli bir şeyiniz var mı’ diyor o da bir umut. Hiç düşünmeden cebimden not defterimi çıkarıp masanın üzerine koyuyorum öteki elimle kitabı kavrarken. ‘Eğer’ diyor ‘kitabı katlamazsanız çok sevinirim’. Sırtımın üzerinden arkamı dönüp hafif bir tebessüm de ben bırakıyorum dükkândan içeri. Bu sefer arkamı dönmeden elim kapı kolundayken ‘kediyi’ diyorum, ‘tabi’ diyor ablası eminim elini koyacak yer bulamazken. 

5 Şubat 2011 Cumartesi

sokak çetesiyle blues fantaziler

Hayat hep yarım ekmek arası ‘Sokak’ kıvamındaydı bizimkiler için ve elbette benim için. Taksimin arka sokak yarım barlarından bozma bir mekanda çalmaya başladık hep beraber. Esasında hayallerimizin işini bir Bond çantayla grandtuvalete satacak kadar yavşaktık hepimiz. Ama biri blues dese dünyayı yakacak kadar da cesur çocuklardık.

O dönemler canlı müziğin sadece pavyonlarda söylendiği zamanlardı ve bizim adımız ‘Sokak Çetesi’ydi, hepsi o. Zaten zamanla bize pek uymadığından ‘çete’yi atmış, sadece ‘sokak’ olarak kalmıştık. Grup olarak 10 üzerinden 2’yi, bilemedin 3’ü zor alırdık. Pek iyi çalamadığımızı üst katta oturan Kaltak Seniha’da söylerdi. Aç parantez Kaltak ismini biz koymamıştık, onun ismi Kaltak Seniha’ydı kapa parantez. Ama blues denilince hep akla biz gelirdik o zamanlar.

İyi çocuklardık esasında. Bir de bodrum katı kiralamıştık 125bin liraya. Hasbelkader ödeyebiliyorduk kirayı ama işte bir de faturalar olunca... Yerler parkeydi, duvarlarda Bilal’in ordan burdan yürüttüğü retro posterler vardı. Bir de çok iyi hatırlarım Modern Times filminin posteri vardı; Sokak grubunun beraber izlediği ilk film. Mutfakta bardan aşırdığımız dibi gelmiş votka şişeleri, mütemadiyen içinde makarnanın bıraktığı izler taşıyan tabaklar ve hepsi bu kadar, başka da bir şeyimiz yoktu.


Bizim için hep umut vardı ve ah birde bir türlü doğmayan güneş. Gecelerin karanlığından beter olmuş satırlarımız, ışığın ara sıra uğrayıp bir iki paket makarna bıraktığı yüzüne hasret kalmıştı. Ve biz yine de iyi çocuklardık Osman biraz piç olsa da. Blues dışında hep beraber sevdiğimiz başka tek bir şey varsa o da 60lar ve 70lerdi. Osman bir gün yanında sonraları üzerinden aylarca espriler yapacağımız hatta gittiğimiz her yere taşıyacağımız bir pikapla geldi, işte o zaman başka bir şey oldu. Hepimiz yemek paramızdan arttırdıklarımızı plaklara vermeye başlamıştık.

Biriniz bizim için en önemli tarihi soracak olursa şüphesiz aylardan kasımdı diye söze başlarız. Sıkıntılı geçen kasım ayının son günleriydi. İki aylık birikmiş kira, üstüme kayıtlı faturalar ve birde o akşam son kez çaldığımızın farkında olmadan yaptığımız 70ler partisi. Sedat’ın saatini Ermeni terziye rehin bırakmasıyla üzerimize 70lerin İspanyol paça pantolonlarıyla, boğazlı kazaklarını geçirdiğimiz son gecemiz.

‘Sokak’ olarak o sokağa, o bara, Kaltak Seniha’ya son kez veda ettik ve hayallerimizin sis bulutu içerisinde gözlerimizin önünde yok olmasına izin verdik. Eve döndük, Osman hemen gelirim diyerek ayrıldı. Hepimiz bir köşede sessiz sedasız gözyaşları döküyorduk. Osman elinde bir plakla içeri girdi, pikaba yöneldi, önce biraz cızırtı ardından çıkan ses: ERKİN KORAY, FESUPUNALLAH

bodrum katının tuvaletinden kağıda dökülenler
18 Kasım '97

3 Şubat 2011 Perşembe

bu isimsiz bir şarkının yarım kalmış güftesidir

kaybeden insanlar birbirlerini tanır, sinema kuyruğunda fütursuzca gülen fahişelerin çığlıklarının boş sokakları doldurduğu günlerin anılarını paylaşır, sebepsiz yere işlenmiş ya da işlenmekte olan yalan cinayetlerin kaba saba faillerini gizler, şehrine uğramayan trenlerden birine atlayıp uzaklaşmak isterken bile sigaranın son nefesini doya doya içine çekmek ardından karşısındaki duvara üflemek ister, şehir bilmemnebaşkanının bilmemkim oğluna işkence yaparken zevkin doruklarından soğuk suların gerçekliğine tüm iliklerine kadar titrer. kaybeden insanlar kaybettiklerinin farkındalığını kazanmak uğruna savaşların en çetin geçtiği yerde bataklık sürüngenlerinden beter inlerler sen hiç birinin sesini duyamazken. sesin her daim içerden geldiğine şahit olanların çok az yaşadığı ülkelerin en boktanından bir çıt yükselmezken kaybeden insanlar hüngür hüngür ağlar, paldır küldür davranır, şangur şungur camları yere serer, patır kütür dayak yer, yerli yersiz küfreder, olur olmaz şarkı söylerler. ciddiyetsiz davransanda onlar sana, kravatına, gömleğine, rugan ayakkabılarına, yana taranmış biryantinli saçlarına, yanında duran hanımefendilerine hörmet ederler.

ben kaybedenler kulübüne saygı duyulmayan zamanlardan kalmış hüzünlü bir besteyim, tekrar tekrar sonsuz kez dinlesen de hep seni anlatır, seni izlerim. sen kaseti değiştirmeyi unuttuğun bir günde bana seslen o ince sesinle. başka bir güfte elbet bulunur.