26 Temmuz 2010 Pazartesi

neden olmaz?


Bir sefer baştan söyleyeyim o iş olmaz. Ne demek nasıl olmaz! Olmaz işte, olmayacağı tuttu mu olmaz, canı istemez olmaz, morali bozulur olmaz, olmaz da olmaz. Sonra bu işlere bakan melekler var onlar istemezse hiç olmaz. Belki annenden beddua almışsındır beddua tutarsa da olmaz. Kim bilir sen kaç kızın canını yakmışsındır, onların ahı tutar olmaz. Hem Türkiye’de bürokrasi var olmaz.

Bir bakarsın kuyruk vardır, olmaz. Hadi diyelim sıraya kaynak yaptın, sistem çöker olmaz. Postacı kutuları şaşırır, olmaz. Kapıcı çöp sanır, olmaz. Tam olacakken şarjın biter, olmaz. Kredi kartının limiti yetmez, olmaz. Trafik vardır, olmaz. Işığa yakalanmazsın bu sefer lastiğin patlar, olmaz. Canın istemez olur, canın ister olmaz. Onsuz da olmaz, onla da olmaz. Geç kalırsın olmaz, erken gelirsin olmaz.

Kasa kapalıdır olmaz. Elektrikler kesilir olmaz. Silikonun patlar, olmaz. Karnın ağrır olmaz. Hoca kaldırmaz olmaz. Kablo kopar olmaz. Saksı düşer olmaz. Bon Jovi dinlersin olmaz. Ezel izlersin hiç olmaz. Ağzın kokar olmaz. Yani senin anlayacağın bir sefer olmayacağı varsa olmaz kere olmaz.

Ama bir de olacağı varsa bak o kesin olur.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

sıradan şeylerin boktanlığı

… Eski bir çiftlik evinin önünde durduk. Minibüsü arka bahçeye park ettikten sonra biraz soluklanmak, fazlaca da etrafı seyretmek gayesiyle temiz olmasını pek önemsemediğimiz sandalyelere oturduk. Manzaradan hatırımda kalanlar; sınırları çitlerle ve yer yer taşlarla belirtilmiş yemyeşil tarlalar, çok uzakta koyunlarını otlatan fakir bir çoban, yakınımızda üzerine bezler bağlanmış eski bir ağaç ve bir de ara sıra kendini gösteren çekingen güneş.

***

Saat 4 gibi ön taraftan bir motor sesi geldi. Pek önemsemesekte içimde bir merak oluştu. Ürkek adımlarla ön bahçeye doğru yürüdüm. Görüş açıma önce köşeye park edilmiş altın sarısı bir motosiklet girdi, sonrasında tüfeğini yanına indirmiş, başını öne eğip çiftlik kapısının önüne oturmuş yaşlı Paul. Ayağında çamurlu botlar, üzerinde paçaları kirlenmesin diye kıvırdığı gri bir tulum, üstünde kollarını kıvırdığı gri oduncu gömleği, başında takımı tamamlayan gri kasket. Paul’u tanımayan birisi, onu beyaz ve dolu dolu sakallarıyla pek ala Can Yücel’e benzetebilirdi.


Beni görür görmez ellerini baba şefkatiyle açıp sıkı sıkı sardı, sanki yılardır bu anı bekliyormuşuz gibi. Hal hatır ettikten sonra bahçeye güzel bir sofra kurduk. Paul rakıyı bilen hatta yanına karidesten iyi mezeler hazırlayabilecek ustalıkta bir İskoç’tu. Sofranın krallara layık olduğunu söyleyemesem de eski dostlara layık olduğu aşikârdı. Çatallar mezelerle buluşuyor, mezeler midelere iniyor, boşalan bardaklar yenileniyor, eski günlerden sohbetler açılıyordu. Benim tek düşündüğüm ise James Dean’in halt etmiş olma ihtimaliydi çünkü insanın böyle bir manzara karşısında ne hızlı yaşaması gerekiyordu, ne de genç ölmesi.

***


Hava, güneşin hükümdarlığını tümüyle yitirmesiyle yerini mevsim yağmurlarına bırakacak gibiydi. Hatta beklediğimiz gerçekleşti. Ne kadar yüksekten geldiği belli olmayan bir yağmur damlası, bardağımın içindeki suyla kucaklaştı ve ben bunu gördüm. Bazen bir saniye ötekinden daha uzun gelir ya insana, işte öyleydi. Bahçeyi öylece bırakarak eski merdivenleri, eski gençliğimizle, birer ikişer zıplayarak geçip eve ulaştık. Paul bizim için iki de güzel divan hazırladı. Sabaha kadar bir güzel uyku çektik. Sabah uyandığımızda Paul henüz uyuyordu. Aslında dostlara yakışır bir vedalaşma yapamadık. Masasının üzerine gençliğimizde çektirdiğimiz ve onun kaybolduğunu sandığı fotoğrafı bıraktım arkasına tarihi yazarken.

Sevgilerle Paul.
Mayıs 1989

11 Temmuz 2010 Pazar

iki beyefendi

İki beyefendi. Pangaltı’dan Taksim’e doğru yürüyorlar. Biri ötekinin söylediği marşa ıslıkla eşlik ediyor. Uzun olanın üstünde çizgili beyaz bir gömlek, keten bir pantolon. Islık çalanda ise siyaha yakın bir takım elbise; neredeyse eski bir ceket, dağınık ama temiz sarı saçlar. Kolunda hangi tarihten beri çalışmadığı belirsiz bir saat. Yanlarından geçen piç özenmiyor değil hani.

İki beyefendi; biri 70ine merdiven dayamış, öteki 60’ın ortalarında. Taksim’den aşağıya salınıyorlar. Uzun olanın elinde baston. Yeni Rüya kapanalı 1 hafta bile olmamış, önünde bir sokak çalgıcısı. Elinde 1985 yapımı bir Hohner marka mızıka. 50’li yaşların verdiği yorgunluğun ispatı, arada bir dinlenmek için önüne koyduğu iskemle. Siyah takım elbiseli yanına yaklaşıyor, cebindeki birkaç bozukluğu mızıkacının önüne bırakıyor şapkasıyla adamı selamlarken.

İki beyefendi. Ağır aksak da olsa yürüyorlar yine. Uzun olanın saçları bembeyaz, sakalları yeni tıraşlı. Saat yanlarından geçen yorgun tramvayın son seferine yakın. 40’lı yaşlarının başındaki kaptan duruyor önlerinde. İçeri buyur ediyor eliyle iki beyefendiyi. Teşekkür ederek geri çeviriyorlar bu teklifi. Hâlâ yürümek tek gayeleri.

İki beyefendi. Hava biraz kırgın. Ne de olsa sonbahara güven olmaz. Uzun olan sağ elinde tuttuğu parkasını giyinmek için bastonunu San Antuan’ın gösterişli duvarına yaslıyor. O sırada baston yokluktan beliren bir rüzgarla savrulup yere kapaklanıyor. Tam almak için eğilirken zarif bir el bir çırpıda bastonu yerden alıp beyefendiye uzatıyor. Kızın suratında çok samimi bir gülümseme, göz kenarlarında hafif kırışıklıklar. 30 yaşından gün almamıştır belki. Sağ elini beyefendiye uzatmak için İncil’i sol eline alıyor dikkatlice. Sonra içeriden iki kadeh şarap getirmeye gidiyor. Döndüğünde kimseyi bulamıyor elbette.

İki beyefendi. İstiklal’in sağından yürüyorlar neşe içinde. Soluklanmak için Baylan’a giriyorlar. Pastahane kapanalı yarım saat olmuş lakin onlar özel misafirler. Pastahanenin sahibi tatlı ikramından sonra torununa dönerek kahve yapmasını rica ediyor beyefendilere. Torunu 23 yaşında bir delikanlı. Üniversite tahsilini tamamladıktan sonra aile mesleğini devralmak için geçmiş mutfağa. Şimdi üç beyefendi kahvelerini yudumlarken bu kahvelerin en fazla 10 sene hatırı olduğunu biliyorlar. Hatta siyah takım elbiseli olan, kendisine en fazla 5 sene daha ömür biçiyor.

İki beyefendi. Saat yeni günün ilk tiktaklarında. Beyoğlu’ndan sonra Tünel son durak. İstanbul’da ilk yağmur damlaları. Ortada bir şeyleri protesto eden her yaştan insan. Köşede mendil satan 10 yaşlarında iki çocuk, arkalarında annesinin kucağında uyuya kalan 1 yaşında bebek.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

mavi mi, kırmızı mı?

Hayatta zor günler geçiriyorsun. Hatta bu seferki en zorlarından. Biraz olsun kafanı toparlamak için mutfağa gidiyorsun, dolabı açıp içi dolu kahve fincanına uzanıyorsun. Aklına iki şık geliyor. Ya kahve fincanı avuçlarının arasından kayıp yere düşüyor ya da kahve fincanı boş.

Sonra vazgeçip odaya dönüyorsun. Bilgisayarının yanı başında bıraktığın kitabın arasına ayraç diye yerleştirdiğin telefonu alıp arkadaşını aramak istiyorsun. Tam o anda aklına iki şık geliyor. Ya telefonunun şarjı bitmiş ya da hiç kontörün kalmamış.

En sevdiğin sözü söylüyorsun ‘olur öyle’. Gerçekten de oluyor bazen. Tedirginliğini üstünden atmak için bilgisayarından sakin bir şarkı açıyorsun: Eddie Vedder; Guaranteed. Biraz rahatlar gibi oluyorsun. Başına gelenleri düşünmek için yatağına uzanıyorsun. Bir anda şarkı sesi kesiliyor, bilgisayar mı bozuldu derken çamaşır makinesinin de durduğunu fark ediyorsun. Aklında yine iki şık: ya elektrikler kesildi ya da arkadaşın yine faturayı yatırmayı unuttu.

2 saat geçmesine rağmen elektrikler gelmiyor. İşte şimdi hapı yuttun. Akşam giymek istediğin elbise çamaşır makinesinde, üstelik henüz temizlenmemiş vaziyette. Ne yazık ki kararını değiştirip daha önce burun kıvırdığın beyaz elbiseni giymek zorundasın. Buna da şükür diyen bir havan var. Buluşmaya geç kalmamak adına hemen giyinip dışarı atıyorsun kendini. Bu saatte bir taksi bulman, şansın sana döndüğünün bir işareti gibi. Ama yolda anlamsız bir trafik var. Aklında iki şık beliriyor. Ya ileride bir yerlerde kaza olmuş ya da yol çalışması var.

Buluşmaya iyiden iyiye geç kalıyorsun. Şoför deneyimli olmalı ki ara sokaklardan giderek seni barın önüne hemencecik ulaştırıyor. Şoförün bu iyiliğine karşılık suratın biraz olsun gülümsüyor. Hiç vakit kaybetmeden arabadan inip kaldırıma adım atıyorsun. Zaman yavaşlıyor, adımı atar atmaz ayağın kayıyor. O gizemli anlardan birinde yine aklına iki şık geliyor. Ya ayağın burkuluyor ya da ayakkabının topuğu kırılıyor.

İlk şıkka göre ikincisi daha merhametli. Evet, ayakkabının topuğu kırılıyor. Bu anda işte o çok sevdiğin durumu kurtarabilme kabiliyetin devreye giriyor. Hemen köşedeki ayakkabıcıdan bir babet ayağına geçiriyorsun. Biraz terlemiş olmana rağmen hala güzel kokuyorsun. Barın kapısının önüne geliyorsun, saatine bakıyorsun. Neredeyse 1 saat gecikmişsin. Yine de bu kadar terslikten sonra iyi bir şeyleri hak ettiğini düşünüyorsun. Bara giriyorsun, sahne de bir grup, dillerinde Everly Brothers’dan ‘bye bye love, bye bye happiness’.

Kızgınlığın, öfken, umudun, hayallerin bir anda çullanıyorlar üstüne. Hayata tutunabilmek için iki şık var önünde; iki kablo, birisi doğru, birisi yanlış. Makasın elinde fakat hangi kabloyu kesmen gerektiğine karar veremiyorsun.