13 Şubat 2012 Pazartesi

şöylelemesine siyahtı gökyüzü

ÖN SÖZ

Önceleri bir ön söz yazmıştım ama hem insanın kendi kendisine ön söz yazması saçma geldi hem de Oğuz Atay bana güler sandım, sildim. En nihayetinde şu anda okuduğunuz şeyin başlığı ön söz ve bu aşağı yukarı bir ön söz yazdığım manasına geliyor.

Her Şeyin Başlangıcından Önceki Gece

Pazar akşamı pazartesiye dinç başlamam gerektiğinden erkenden yattım. Gözlerim kapanana kadar geçen sürede biraz Turgut Özben’e misafir oldum, arada bir de boş beyaz sayfaya sabahsı için ufak notlar aldım. Saate en son 23’ü 37 geçe baktım.

1. Gün

Sabah 10 gibiydi uyandım. Bilgisayarı açıp başına geçtiğimde 10’u 37 geçiyordu. Bu arada muhakkak ki tuvalete gitmiştim, yüzümü yıkamıştım ama kahvaltı yapıp yapmadığımı hatırlayamıyorum. Gün boyunca, başvuracağım proje için karşıma çıkacak soruları cevaplayacak zihinsel gücü kendimde buluyordum. Önce ilk sorunun türkçe açıklamasını yazdım, anahtar noktaları belirledim ve karışık da olsa aklıma gelen her şeyi yazdım, daha sonra hepsini düzenli bir hizaya soktum. Bu işi bitirdiğimde saat öğlen 3’e geliyordu. Babam işten gelmişti, ona yemek hazırladım, ben de yedim mi yemedim mi yine bu noktayı hatırlayamıyorum.

4 gibi bir ara verdim, amcamın marangozhanesine gittim, şarkı cdsi yapmamı istemişti, sanırım bunun için orada bulunuyordum. 6 gibi eve döndüm, kalan sorulara yanıt vermeye başladım. Akşam oldu, akşam yemeği yedim mi yine hatırlayamıyorum, dizi falan izlendi, meyveler soyuldu, ben bu işler sırasında yine sorulara yanıt verme çabasındaydım. Gece oldu, bizimkiler yattı.

2.Gün

Bizimkiler yattı ama ben uyumamıştım. Sabaha karşı 3 gibi sorulara yanıt verme işlemim bitmiş, gitmek istediğim ülkelerin sıralamasını yapıyordum. Şu anda bile neden bilmiyorum ama ilk sıraya Almanya’yı ikincisine Fransa’yı yazdım. Aslında Almanya’yı yazma nedenim Türk bulabileceğim bir yer diye düşündüğümdendi belki ama Fransa için hiçbir nedenim yoktu. Sonrasına Hırvatistan’ı, Çek Cumhuriyeti’ni, Avusturya’yı ve İspanya’yı yazdım, yazmışım dersem daha doğru olur, tam olarak bilinçli bir süreç değildi. Bir ara denk getirip bir yerden çıktısını alırım düşüncesiyle bütün bilgileri flash diske attım.

Saatimi 9.30’a kurduğumda önümde 4 buçuk saatlik uyuma fırsatı vardı. Para gibi, 3 liralık soğan, 50 kuruşluk dondurma gibi, sadece 4 buçuk saatlik uyku.

9 buçukta uyandım, evde kaldığım günlerin kirini üzerimden atmak için banyoya girdim, 20 dakikalık banyo: 4 buçuk saatlik uyku ve 20 dakikalık banyo. Daha önce hiç hastanede kalmadım ki ne hazırlamalıydım bileyim. Terlik, havlu, para, şarj aleti, diş fırçası, temiz çamaşır, ha bir de kitap. Bunu şimdi olayın üstünden ancak bu kadar zaman geçtikten sonra daha sağlıklı söyleyebiliyorum ki kitap. Çantamı hazırladım, E. ile telefonlaştım, yola çıktım.

Her ihtimale karşı akbil yüklettim, Zeytinburnu’na geçmek için tramvaya bindim. 10 dakika sonra metrobüs durağına geldiğimde E., tahminimce 6-7 dakikadır seni bekliyorum diye sitem etti. Zor da olsa beşinci ya da altıncı metrobüse bindik, yol boyunca dün doldurduğum başvuru formu ve yazdığım ülkelerle ilgili sohbet ettik. Sohbet sırasında gözüm orta kapının hemen solunda gidiş yönünün tersine koltuklardan birine oturmuş 30’lu yaşlarında alımlı kadının ince çoraplı bacaklarına kayıyordu. Daha sonra bu yaptığıma kızıp içimden ona bakan diğer erkeklere kızdım.

Zincirlikuyu’da indik, metrobüsle Anadolu Yakası’na aktarma yerine boğaz havası almak için Beşiktaş’a inip oradan vapuru kullanmayı tercih ettik. Zincirlikuyu’da hiç karşıya geçemeyeceğimizi düşündüğüm bir yan yol bağlantısında biri yol verdi. Otobüste Beşiktaş’a gelmeden insek de başvuru formumun çıktısını alsam diye düşünürken Beşiktaş’a gelmiştik bile. Otobüsten inince az biraz Alkım’da oyalandık. Ardından ilk vapurla karşıya geçtik, boğaz havası hem bana hem de E.’ye yaramıştı. Kadıköy’de bir büfede ufak bir sosisli yedik, daha önceden gittiğimiz için hemen hangi otobüse binmemiz gerektiğini bulduk. Hastanenin durağına geldiğimizde indik. 10 dakika sonra odadaydık. Odada daha sonradan isminin Sefa olduğunu öğrendiğim 25 yaşlarında bir abi ve babası vardı. Gün içinde vakit geçirmeye çalıştık, telefonla oynadık, sohbet ettik, arada çeşitli testler için E.’den kan alan, kalp ritmi ölçen hemşireler dışında fazla bir şey olmadı. Getirdiğim kitaptan birkaç cümle okuyup kenara bıraktım. Akşama doğru yemek yemeye yakınlardaki bir alışveriş merkezine gittik. E.’nin canı iskender çekmişti, ben de ona uydum.

Hastaneye döndükten bir müddet sonra biz yokken gelmiş olan hastaları ameliyat öncesi tıraş etmekle görevli biri tekrar geldi. Tıraş esnasında kitabı sordu, sizi beklerken okudum da çok güzelmiş dedi. Aslında ben önce Zeki Demirkubuz’un filmini seyretmiştim, filmin sonunda Zeki’nin bu kitaptan esinlendiğini yazdığını görünce merak edip aldım, dedim. Bayağı beğendim deyince ben de içimde muhakemesini yaptıktan sonra ben yarın bitiririm, buraya bırakırım, E.’den alırsınız, dedim sonradan pişman olacağımı bile bile.  İşi bitti, kitap için teşekkür etti, gülerek içine bir de hediye yazısı yazarsın artık dedi ve gitti. Odamızda bir tane açılır koltuk bir tane de sandalye vardı. Ben E. ile hasta yatağında yattım, Sefa abi de koltukta. 11 gibi kitabı elime aldım, 12 gibi gözlerim kapanıyordu.

3.Gün

Gece çok soğuk geçmiş, saat 7’de uyandırılana kadar pek çok kereler uyanmıştım. Tam emin değilim ama 8 ya da 9 gibi hasta yakınlarını odalardan dışarı çıkarmışlardı. Sonradan bunu doktorların hastaları rahatça gezip durumlarını kontrol etmeleri için yaptıklarını öğrendim. Çıkarken yanıma cüzdanım ve telefonum dışında kitabı almıştım. Önce kantinde yeterince kötü bir kahvaltı yapmış, yediklerimin ederinden çok daha fazlasını ödemiş sonrasında gidecek daha iyi bir yer bulamayınca muayene odalarının önündeki sandalyelerden birine oturmuştum. Kitabı okurken arada bir göz ucuyla yanımdaki yaşlı amcanın yanında oturan kıza baktım. O da kitap okuyordu. Belki bana bakıp kitap okuyor, benim kafamdan, azıcık bakışsak ne güzel olur diye düşünmüştür. Hâlbuki az sonra yanındaki dedesinin, cebine para sıkıştırmaya çalışmasına engel olurken ne kadar da utanmıştır, ben görmedim ama belki yüzü kızarmıştır, içinden bu adam da beni rezil etmeye bire bir diye geçirmiştir. Dede ve kız kalktılar, ben kitap okumaya devam ettim.

Koridorda bir o yana bir bu yana koşuşturan bir dolu insan vardı. Böyle sahneleri sevmişimdir. O zaman bile aklımdan şimdi biri bu sahneyi kayda almış olsa ve kaydı hızlandırsa benim yalnızlığım ne kadar da çabuk çıkar ortaya diye düşünmüştüm. Belki bana bunları düşündürten şey elimdeki kitaptı. 10 dakika kadar sonra sağ yanıma biri 10 diğeri 4 yaşlarında iki erkek çocuğu olan genç bir çift oturdu. Ve yine belki dedeyle kızı yanımdan kalkmazdan evvel oturmuşlardı, bundan da tam emin değilim. Ufak çocukları bir alışveriş merkezi ismi söylüyordu sürekli, tam ismini anlayamasam da benim semtimdeki olabileceğini düşünüp mutlu oluyordum. Onlarla biraz muhabbet ettim, hoşça kalın ya da iyi günler demek işime gelmediğinden muayene sırası onlara gelip de doktorun odasına girdiklerinde ben de kaçtım.

Yeterince süre geçtiğine kanaat getirdiğimden tekrar üst kata E.’nin yanına çıktım. Ameliyat elbisesini giyiyordu, heyecanlıydı. O an ben bile heyecanlanmıştım. Sedyesini asansöre sokarken bütün gözler benim üzerimdeydi, heyecanım katlandı, zar zor Allah’a emanet ol, diyebildim. Odaya döndüm, vakit öldürmeye devam ettim, bir ara Sefa abiyle çay içmeye çıktık, arka arkaya 3 sigara içti, biraz lafladık, geri döndük, kitabı bitirdim, kenara bıraktım.

Saat 4 gibi diğer odadan bir teyze gelip ne oldu, seninki çıkmadı mı, diye sordu. Bilmiyorum, dedim ve gerçekten hiçbir şeyden haberim yoktu. Doktorlara sordum, yoğun bakımda kalacağını söylediler. İşte ilk defa o zaman E.’nin ailesine haber verdim. Eve gitmem gerekiyordu, oradan işe geçecektim, takım elbisem yanımda değildi. E.’nin telefonunu Sefa abiye bırakıp 6 gibi hastaneden ayrıldım. Yağmur yağıyordu, otobüs bulamadım, neredeyse Kadıköy’e kadar yürüdüm. Bu arada Kadir’i aradım ve yarın ben işteyken E.’ye göz kulak olmasını tembihledim. Bir ara ters bir yola saptım, sahilden uzaklaşmaya başlayınca Söğütlüçeşme’ye gidip metrobüse binmeye karar verdim. Hem akşam vakti vapurla Beşiktaş’a geçip oradan Zincirlikuyu’ya çıkmak zulümdü. Ama iyi de yağmur yedim, yaklaşık 25 dakika yürüdükten sonra metrobüse bindim.

Herkes oturacak bir yer ararken hemen metrobüsün körük kısmına yerleştim. Metrobüs konusunda hayli deneyimliyimdir, hatta ‘Metrobüste Minimum Enerjiyle Maksimum Yolculuk’ isimli bir tez üzerinde çalışıyorum. Yolun ilk başlarında müzik dinlesem de böyle devam edersem eve kadar şarjımın yetmeyeceğini fark edince bıraktım, zaten kulağım da ağrımıştı. Zeytinburnu’nda inip tramvaya geçtim, oradan da evime. Sonrası yemek yemek, unutmadan telefonumu şarja takmak, banyo yapmak, gömleğimi yıkamak, ütülemek, saatimi kurmak ve uyumak.

4.Gün

Sabah 5.30’da telefonun alarmıyla uyandım. Bir iki lokma bir şeyler atıştırdım, dışarıda yağmur vardı ama aldırmadım, yola çıktım. Şemsiyeyi alsam kesin kaybederim diye almadım aslında. Yine önce Zeytinburnu’na metrobüse geçtim, ardından metrobüsle Mecidiyeköy’e, oradan da metroyla Taksime geçtim, gezi parkından çıktım. Hayatımda bir sefer lisedeyken Gökçeada’da böyle ıslanmıştım, bu da ikinciydi. Biraz geç de olsa otele vardım, 5-10 dakika kadar kurulanmayla uğraştım, işin sahipleri görev dağılımını yaptı. Konferansa gelen misafirlere kimlik çıkartma işi için benimle birlikte 6 kişi görev aldık.

Bir yıldır buna benzer işlerde çalışıyordum, belli de bir tecrübe kazanmıştım. Bundan dolayı süpervizör bankonun kontrolünü kısmen bana bırakmıştı. Garip olan o zaman süpervizörün ‘Burak bizimle daha önceleri de çalıştı, burada en deneyimliniz o, bir şey olursa ona danışabilirsiniz’ demesini ezilerek, insanların bana başka türlü bakmasından korkarak karşılarken şimdi bunun için gururlanıyor oluşumdu.

Gün içinde iş arasında Kadir’i arayıp E.’nin durumuyla ilgili bilgi aldım. Akşam 6 gibi iş bitti. Şimdi nasıl geçtiğimi hatırlamıyorum ama Kadıköy vapuruna geçtim. Vapurun üst katında kalabalık olmasına rağmen koltuk boyunca tek başıma oturuyordum. Vapurla ilgili bir şey daha hatırlıyorum. Oturur oturmaz ayak ayaküstüne atmış ve inene kadar hiç hareket ettirmemiştim, aynı şekilde çaprazımda oturan aramızda biraz mesafe olduğu için yaşıyla ilgili bir hüküm getiremediğim kadın da aynı şekilde oturuyordu.

Vapurdan inince otobüse geçmedim, atıştırmalık bir şeyler almak için market aramaya başladım. Şu konuda eminim ki eğer Kadıköy sahilden en yakın marketi bulmak istiyorsanız kesinlikle iç kısımlara doğru yürüyün. Çünkü ben deniz kıyısı hattı boyunca devam ettim ve ufak çaplı bir tekel dışında market bulamadım. O kadar yürüyünce de malum alışveriş merkezine yaklaştığımdan oraya gitmeye karar verdim. Alışveriş merkezinin alt katında -sanırım Carrefour’du- abur cubur kategorisinden bir şeyler aldım. Kitap reyonunu görünce bir uğrayayım dedim, 5 liraya ‘Mai ve Siyah’ kitabı vardı, aslında alayım, okurum bu akşam desem de almadım.

Alışveriş merkezinden çıkıp otobüse bindim. Hastaneye vardığımda saat akşam 8 gibiydi. E.’yi başka bir odaya almışlardı, odada tek başınaydı, yorgun görünüyordu. Bir şeyler atıştırdık, hemşire geldi, E.’yi yürütmem gerektiğini söyledi. Henüz dikiş atılmadığından kolları güçsüzdü, 2 gündür doğru düzgün bir şeyler yemediğinden de başı dönüyordu, yürüyemedi. Kıyafetlerimi çıkardım, askılığa astım, çantadan giyecek bir şeyler alırken kitabımın hala orada olduğunu gördüm. Aslında sevinmem gerekirdi ama sevinmedim, aksine üzüldüm bile diyebilirim. Garip bir suçluluk duyuyordum, hatta bunu bir ara Raskolnikov’unkine benzettim bile diyebilirim. O da yaşlı madamı öldürene kadar haklı sebepleri varken suçu işledikten sonra vicdan azabı duymuştu. Geçen yaz bu seferkine benzer bir işte çalışırken çalıştığım yerde görevli özel güvenliklerden biri X-Ray cihazından geçerken elimdeki kitabı görmüş, aa demişti ben de çok severim Aziz Nesin’i, hatta çocuklarıma da okuturum. Ben de henüz kitabı bitirmemiş olsam da buyurun sizde kalsın demiştim, bir de isteği üzerine giriş sayfasına şimdi açıklamaya utandığım bir şeyler karalamıştım. Ama şimdi olsa yazmazdım çünkü sevmem artık öyle şeyleri. Tertemiz kitabı kirletmeye bir gereklilik göremem.  O yüzden adamın isteğini yerine getirmemiştim, gerçi o da kitabı almamıştı ya.

O gün için erken yatarım sanmıştım ama gece yarısı olmasına rağmen tek yaptığım yatağın kontrol tuşlarıyla oynamaktı. Rüzgâr çok şiddetliydi, perdenin arasından karşı binada ışığı açık kalmış birkaç oda görünüyordu, oradaki hayatları sorgularken uyuyakalmış olmalıyım.

5.Gün

Sabah 6’da kalktım. Üstümü giyerken bir yandan da dünden kalan keki atıştırıyordum. Dışarısı kardı, E.’nin montunu giydim, hastanenin karşısından otobüse bindim. Vapuru iskeleye yanaşmış görüyordum ama ne zaman kalkacağını bilmemek koşmak yahut yürümek arasında kalan beni tedirgin ediyordu. Vapura yetiştim, içerisi sıcaktı, oturduğum yerde dünden kalma bir gazete vardı, hiç okumadığım gazetelerden biriydi, sanıyorum Türkiye. 6.45’te vapur hareket etti, yol boyunca gazeteye baktım, ara sıra da göz ucuyla şehrin üstüne doğan güneşe ve manzaraya. Öyle özenli İstanbul betimlemeleri yapamayacak ve hayatımda belki de başka hiçbir zaman o saat vapuruyla o karlı ve belirsiz havada yolculuk edemeyecek olsam da tüm inancımla çok güzel bir manzaraya şahit olduğumu söyleyebilirim.

İskelede ilk sırada inenlerdendim. Görevliler yerlerin kaydığını bildiğinden insanları ellerini ceplerinden çıkarmaları hususunda uyarıyorlardı. Alkım’ın önündeki durağa yürüdüm, paçalarım çamurlanmıştı, otobüse binip otele geçtim. E.’ye hafta sonu taburcu etmeyeceklerinden hastaneden çıkabilmesi için gün içinde taburcu kâğıdını imzalatmasını söyledim. Bunu da babam hastanede kalırken öğrenmiştim. İşimiz gece 12’de bitti, o saatten sonra nasıl döneceğim konusunda şüphelerim vardı. Yürüyerek Taksim otobüs durağına çıktım, son Mecidiyeköy otobüsüne yetiştim, Mecidiyeköy’den metrobüse geçtim, metrobüsle Söğütlüçeşme’ye gittim. O kadar yorgundum ki otobüs arayacak halim kalmamıştı, taksiye bindim. Hastaneye vardıktan sonrası hakkında pek bir şey hatırlamıyorum. Hemen uyumuşum.

6.Gün

Sabah bir ara kahvaltı getirilince gözlerimi araladım, aç olmama rağmen kalkacak gücü kendimde bulamadım. Daha sonra kahvaltı tabağı almaya gelindiğinde bir daha uyandım, yemeyeceğimizi söyleyip tekrar yattım. 12’ye doğru tümüyle uyanmıştım. E. her ne kadar İstanbul’daki evine gitmekte diretse de babasını aradım. Ablası ve eniştesi yola çıktıklarında odayı toplamaya başlamıştım. Bu arada E., senin kitabı aldı adam, dedi. Yine üzüldüm, keşke almasaydı dedim. Demek ki Raskolnikov yaşlı madamı öldürmese yine aynı acıyı duyacaktı diye geçirdim içimden.

Hazırlanıp çıktık, acilin çıkışında karşıladılar bizi. Arabaya bindik, benim amacım durağa yakın bir yerde inmekti ama yolu bilmediğimiz için o an için bilmediğim bir yerde indim, ana yola çıktım,  ilk durağa yürüdüm. Durakta orta yaşlı birine, doğru yönde durup durmadığımı sordum, gelen ilk otobüsü gösterip bu Kadıköy’e gider, dedi. Bindiğim duraktan sonraki durakta herkes inince ön tarafa doğru gelip şoföre Kadıköy’e gidip gitmediğini sordum, olumlu yanıt aldım. Onun da ikinci günüymüş o hattaki, daha önceden hep Avrupa Yakası’nda çalışmış. Laf lafı açınca oğlu hakkında konuştuk, sanırım başarılıymış, onu anlattı bana, bir de kızı varmış, adam biraz tutucuymuş. İnmeye yakın futboldan konuştuk, durağa yanaşınca ‘hadi anam iyi günler’ dedi, o yaşta birinden böyle bir laf duymak garip geldi.

Hiç acele etmeden vapurla Beşiktaş’a geçtim, oradan otobüsle Zincirlikuyu’ya, ardından metrobüsle Zeytinburnu’na ve en son tramvayla evime geldim. Hemen gelince mi banyo yaptım yoksa önce yemek mi yedim hatırlamıyorum. 

SON SÖZ

Yukarıda bahsi geçen kitaplar Albert Camus'dan Yabancı, Turgut Özben'in dahil olduğu Oğuz Atay'dan Tutunamayanlar'dı. Cemal Süreya 'Sizin Hiç Babanız Öldü mü?' şiirinin 8. ve 9. dizeleri: 

Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylelemesine maviydi kör oldum

Hiç yorum yok: