ÖN SÖZ
Önceleri bir ön söz
yazmıştım ama hem insanın kendi kendisine ön söz yazması saçma geldi hem de
Oğuz Atay bana güler sandım, sildim. En nihayetinde şu anda okuduğunuz şeyin
başlığı ön söz ve bu aşağı yukarı bir ön söz yazdığım manasına geliyor.
Her Şeyin Başlangıcından Önceki Gece
Pazar akşamı pazartesiye
dinç başlamam gerektiğinden erkenden yattım. Gözlerim kapanana kadar geçen
sürede biraz Turgut Özben’e misafir oldum, arada bir de boş beyaz sayfaya sabahsı
için ufak notlar aldım. Saate en son 23’ü 37 geçe baktım.
1. Gün
Sabah 10 gibiydi uyandım.
Bilgisayarı açıp başına geçtiğimde 10’u 37 geçiyordu. Bu arada muhakkak ki
tuvalete gitmiştim, yüzümü yıkamıştım ama kahvaltı yapıp yapmadığımı
hatırlayamıyorum. Gün boyunca, başvuracağım proje için karşıma çıkacak soruları
cevaplayacak zihinsel gücü kendimde buluyordum. Önce ilk sorunun türkçe
açıklamasını yazdım, anahtar noktaları belirledim ve karışık da olsa aklıma
gelen her şeyi yazdım, daha sonra hepsini düzenli bir hizaya soktum. Bu işi
bitirdiğimde saat öğlen 3’e geliyordu. Babam işten gelmişti, ona yemek hazırladım,
ben de yedim mi yemedim mi yine bu noktayı hatırlayamıyorum.
4 gibi bir ara verdim,
amcamın marangozhanesine gittim, şarkı cdsi yapmamı istemişti, sanırım bunun
için orada bulunuyordum. 6 gibi eve döndüm, kalan sorulara yanıt vermeye
başladım. Akşam oldu, akşam yemeği yedim mi yine hatırlayamıyorum, dizi falan
izlendi, meyveler soyuldu, ben bu işler sırasında yine sorulara yanıt verme
çabasındaydım. Gece oldu, bizimkiler yattı.
2.Gün
Bizimkiler yattı ama ben
uyumamıştım. Sabaha karşı 3 gibi sorulara yanıt verme işlemim bitmiş, gitmek
istediğim ülkelerin sıralamasını yapıyordum. Şu anda bile neden bilmiyorum ama
ilk sıraya Almanya’yı ikincisine Fransa’yı yazdım. Aslında Almanya’yı yazma
nedenim Türk bulabileceğim bir yer diye düşündüğümdendi belki ama Fransa için
hiçbir nedenim yoktu. Sonrasına Hırvatistan’ı, Çek Cumhuriyeti’ni, Avusturya’yı
ve İspanya’yı yazdım, yazmışım dersem daha doğru olur, tam olarak bilinçli bir
süreç değildi. Bir ara denk getirip bir yerden çıktısını alırım düşüncesiyle bütün
bilgileri flash diske attım.
Saatimi 9.30’a kurduğumda
önümde 4 buçuk saatlik uyuma fırsatı vardı. Para gibi, 3 liralık soğan, 50
kuruşluk dondurma gibi, sadece 4 buçuk saatlik uyku.
9 buçukta uyandım, evde
kaldığım günlerin kirini üzerimden atmak için banyoya girdim, 20 dakikalık
banyo: 4 buçuk saatlik uyku ve 20 dakikalık banyo. Daha önce hiç hastanede
kalmadım ki ne hazırlamalıydım bileyim. Terlik, havlu, para, şarj aleti, diş
fırçası, temiz çamaşır, ha bir de kitap. Bunu şimdi olayın üstünden ancak bu
kadar zaman geçtikten sonra daha sağlıklı söyleyebiliyorum ki kitap. Çantamı
hazırladım, E. ile telefonlaştım, yola çıktım.
Her ihtimale karşı akbil
yüklettim, Zeytinburnu’na geçmek için tramvaya bindim. 10 dakika sonra metrobüs
durağına geldiğimde E., tahminimce 6-7 dakikadır seni bekliyorum diye sitem
etti. Zor da olsa beşinci ya da altıncı metrobüse bindik, yol boyunca dün
doldurduğum başvuru formu ve yazdığım ülkelerle ilgili sohbet ettik. Sohbet
sırasında gözüm orta kapının hemen solunda gidiş yönünün tersine koltuklardan
birine oturmuş 30’lu yaşlarında alımlı kadının ince çoraplı bacaklarına
kayıyordu. Daha sonra bu yaptığıma kızıp içimden ona bakan diğer erkeklere
kızdım.
Zincirlikuyu’da indik,
metrobüsle Anadolu Yakası’na aktarma yerine boğaz havası almak için Beşiktaş’a
inip oradan vapuru kullanmayı tercih ettik. Zincirlikuyu’da hiç karşıya
geçemeyeceğimizi düşündüğüm bir yan yol bağlantısında biri yol verdi. Otobüste
Beşiktaş’a gelmeden insek de başvuru formumun çıktısını alsam diye düşünürken
Beşiktaş’a gelmiştik bile. Otobüsten inince az biraz Alkım’da oyalandık.
Ardından ilk vapurla karşıya geçtik, boğaz havası hem bana hem de E.’ye
yaramıştı. Kadıköy’de bir büfede ufak bir sosisli yedik, daha önceden
gittiğimiz için hemen hangi otobüse binmemiz gerektiğini bulduk. Hastanenin
durağına geldiğimizde indik. 10 dakika sonra odadaydık. Odada daha sonradan
isminin Sefa olduğunu öğrendiğim 25 yaşlarında bir abi ve babası vardı. Gün içinde
vakit geçirmeye çalıştık, telefonla oynadık, sohbet ettik, arada çeşitli
testler için E.’den kan alan, kalp ritmi ölçen hemşireler dışında fazla bir şey
olmadı. Getirdiğim kitaptan birkaç cümle okuyup kenara bıraktım. Akşama doğru
yemek yemeye yakınlardaki bir alışveriş merkezine gittik. E.’nin canı iskender
çekmişti, ben de ona uydum.
Hastaneye döndükten bir
müddet sonra biz yokken gelmiş olan hastaları ameliyat öncesi tıraş etmekle
görevli biri tekrar geldi. Tıraş esnasında kitabı sordu, sizi beklerken okudum
da çok güzelmiş dedi. Aslında ben önce Zeki Demirkubuz’un filmini seyretmiştim,
filmin sonunda Zeki’nin bu kitaptan esinlendiğini yazdığını görünce merak edip
aldım, dedim. Bayağı beğendim deyince ben de içimde muhakemesini yaptıktan
sonra ben yarın bitiririm, buraya bırakırım, E.’den alırsınız, dedim sonradan
pişman olacağımı bile bile. İşi bitti, kitap
için teşekkür etti, gülerek içine bir de hediye yazısı yazarsın artık dedi ve gitti.
Odamızda bir tane açılır koltuk bir tane de sandalye vardı. Ben E. ile hasta
yatağında yattım, Sefa abi de koltukta. 11 gibi kitabı elime aldım, 12 gibi
gözlerim kapanıyordu.
3.Gün
Gece çok soğuk geçmiş,
saat 7’de uyandırılana kadar pek çok kereler uyanmıştım. Tam emin değilim ama 8
ya da 9 gibi hasta yakınlarını odalardan dışarı çıkarmışlardı. Sonradan bunu
doktorların hastaları rahatça gezip durumlarını kontrol etmeleri için
yaptıklarını öğrendim. Çıkarken yanıma cüzdanım ve telefonum dışında kitabı
almıştım. Önce kantinde yeterince kötü bir kahvaltı yapmış, yediklerimin
ederinden çok daha fazlasını ödemiş sonrasında gidecek daha iyi bir yer
bulamayınca muayene odalarının önündeki sandalyelerden birine oturmuştum.
Kitabı okurken arada bir göz ucuyla yanımdaki yaşlı amcanın yanında oturan kıza
baktım. O da kitap okuyordu. Belki bana bakıp kitap okuyor, benim kafamdan,
azıcık bakışsak ne güzel olur diye düşünmüştür. Hâlbuki az sonra yanındaki
dedesinin, cebine para sıkıştırmaya çalışmasına engel olurken ne kadar da
utanmıştır, ben görmedim ama belki yüzü kızarmıştır, içinden bu adam da beni
rezil etmeye bire bir diye geçirmiştir. Dede ve kız kalktılar, ben kitap
okumaya devam ettim.
Koridorda bir o yana bir
bu yana koşuşturan bir dolu insan vardı. Böyle sahneleri sevmişimdir. O zaman
bile aklımdan şimdi biri bu sahneyi kayda almış olsa ve kaydı hızlandırsa benim
yalnızlığım ne kadar da çabuk çıkar ortaya diye düşünmüştüm. Belki bana bunları
düşündürten şey elimdeki kitaptı. 10 dakika kadar sonra sağ yanıma biri 10
diğeri 4 yaşlarında iki erkek çocuğu olan genç bir çift oturdu. Ve yine belki
dedeyle kızı yanımdan kalkmazdan evvel oturmuşlardı, bundan da tam emin
değilim. Ufak çocukları bir alışveriş merkezi ismi söylüyordu sürekli, tam
ismini anlayamasam da benim semtimdeki olabileceğini düşünüp mutlu oluyordum. Onlarla
biraz muhabbet ettim, hoşça kalın ya da iyi günler demek işime gelmediğinden
muayene sırası onlara gelip de doktorun odasına girdiklerinde ben de kaçtım.
Yeterince süre geçtiğine
kanaat getirdiğimden tekrar üst kata E.’nin yanına çıktım. Ameliyat elbisesini
giyiyordu, heyecanlıydı. O an ben bile heyecanlanmıştım. Sedyesini asansöre
sokarken bütün gözler benim üzerimdeydi, heyecanım katlandı, zar zor Allah’a
emanet ol, diyebildim. Odaya döndüm, vakit öldürmeye devam ettim, bir ara Sefa
abiyle çay içmeye çıktık, arka arkaya 3 sigara içti, biraz lafladık, geri
döndük, kitabı bitirdim, kenara bıraktım.
Saat 4 gibi diğer odadan bir
teyze gelip ne oldu, seninki çıkmadı mı, diye sordu. Bilmiyorum, dedim ve gerçekten
hiçbir şeyden haberim yoktu. Doktorlara sordum, yoğun bakımda kalacağını
söylediler. İşte ilk defa o zaman E.’nin ailesine haber verdim. Eve gitmem
gerekiyordu, oradan işe geçecektim, takım elbisem yanımda değildi. E.’nin
telefonunu Sefa abiye bırakıp 6 gibi hastaneden ayrıldım. Yağmur yağıyordu,
otobüs bulamadım, neredeyse Kadıköy’e kadar yürüdüm. Bu arada Kadir’i aradım ve
yarın ben işteyken E.’ye göz kulak olmasını tembihledim. Bir ara ters bir yola
saptım, sahilden uzaklaşmaya başlayınca Söğütlüçeşme’ye gidip metrobüse binmeye
karar verdim. Hem akşam vakti vapurla Beşiktaş’a geçip oradan Zincirlikuyu’ya
çıkmak zulümdü. Ama iyi de yağmur yedim, yaklaşık 25 dakika yürüdükten sonra
metrobüse bindim.
Herkes oturacak bir yer ararken hemen metrobüsün körük
kısmına yerleştim. Metrobüs konusunda hayli deneyimliyimdir, hatta ‘Metrobüste
Minimum Enerjiyle Maksimum Yolculuk’ isimli bir tez üzerinde çalışıyorum. Yolun
ilk başlarında müzik dinlesem de böyle devam edersem eve kadar şarjımın
yetmeyeceğini fark edince bıraktım, zaten kulağım da ağrımıştı. Zeytinburnu’nda
inip tramvaya geçtim, oradan da evime. Sonrası yemek yemek, unutmadan
telefonumu şarja takmak, banyo yapmak, gömleğimi yıkamak, ütülemek, saatimi
kurmak ve uyumak.
4.Gün
Sabah 5.30’da telefonun
alarmıyla uyandım. Bir iki lokma bir şeyler atıştırdım, dışarıda yağmur vardı
ama aldırmadım, yola çıktım. Şemsiyeyi alsam kesin kaybederim diye almadım aslında.
Yine önce Zeytinburnu’na metrobüse geçtim, ardından metrobüsle Mecidiyeköy’e,
oradan da metroyla Taksime geçtim, gezi parkından çıktım. Hayatımda bir sefer
lisedeyken Gökçeada’da böyle ıslanmıştım, bu da ikinciydi. Biraz geç de olsa
otele vardım, 5-10 dakika kadar kurulanmayla uğraştım, işin sahipleri görev
dağılımını yaptı. Konferansa gelen misafirlere kimlik çıkartma işi için benimle
birlikte 6 kişi görev aldık.
Bir yıldır buna benzer
işlerde çalışıyordum, belli de bir tecrübe kazanmıştım. Bundan dolayı
süpervizör bankonun kontrolünü kısmen bana bırakmıştı. Garip olan o zaman
süpervizörün ‘Burak bizimle daha önceleri de çalıştı, burada en deneyimliniz o,
bir şey olursa ona danışabilirsiniz’ demesini ezilerek, insanların bana başka
türlü bakmasından korkarak karşılarken şimdi bunun için gururlanıyor oluşumdu.
Gün içinde iş arasında Kadir’i
arayıp E.’nin durumuyla ilgili bilgi aldım. Akşam 6 gibi iş bitti. Şimdi nasıl
geçtiğimi hatırlamıyorum ama Kadıköy vapuruna geçtim. Vapurun üst katında
kalabalık olmasına rağmen koltuk boyunca tek başıma oturuyordum. Vapurla ilgili
bir şey daha hatırlıyorum. Oturur oturmaz ayak ayaküstüne atmış ve inene kadar
hiç hareket ettirmemiştim, aynı şekilde çaprazımda oturan aramızda biraz mesafe
olduğu için yaşıyla ilgili bir hüküm getiremediğim kadın da aynı şekilde
oturuyordu.
Vapurdan inince otobüse
geçmedim, atıştırmalık bir şeyler almak için market aramaya başladım. Şu konuda
eminim ki eğer Kadıköy sahilden en yakın marketi bulmak istiyorsanız kesinlikle
iç kısımlara doğru yürüyün. Çünkü ben deniz kıyısı hattı boyunca devam ettim ve
ufak çaplı bir tekel dışında market bulamadım. O kadar yürüyünce de malum
alışveriş merkezine yaklaştığımdan oraya gitmeye karar verdim. Alışveriş
merkezinin alt katında -sanırım Carrefour’du- abur cubur kategorisinden bir
şeyler aldım. Kitap reyonunu görünce bir uğrayayım dedim, 5 liraya ‘Mai ve
Siyah’ kitabı vardı, aslında alayım, okurum bu akşam desem de almadım.
Alışveriş merkezinden
çıkıp otobüse bindim. Hastaneye vardığımda saat akşam 8 gibiydi. E.’yi başka
bir odaya almışlardı, odada tek başınaydı, yorgun görünüyordu. Bir şeyler
atıştırdık, hemşire geldi, E.’yi yürütmem gerektiğini söyledi. Henüz dikiş
atılmadığından kolları güçsüzdü, 2 gündür doğru düzgün bir şeyler yemediğinden de
başı dönüyordu, yürüyemedi. Kıyafetlerimi çıkardım, askılığa astım, çantadan
giyecek bir şeyler alırken kitabımın hala orada olduğunu gördüm. Aslında
sevinmem gerekirdi ama sevinmedim, aksine üzüldüm bile diyebilirim. Garip bir
suçluluk duyuyordum, hatta bunu bir ara Raskolnikov’unkine benzettim bile
diyebilirim. O da yaşlı madamı öldürene kadar haklı sebepleri varken suçu
işledikten sonra vicdan azabı duymuştu. Geçen yaz bu seferkine benzer bir işte
çalışırken çalıştığım yerde görevli özel güvenliklerden biri X-Ray cihazından
geçerken elimdeki kitabı görmüş, aa demişti ben de çok severim Aziz Nesin’i, hatta
çocuklarıma da okuturum. Ben de henüz kitabı bitirmemiş olsam da buyurun sizde
kalsın demiştim, bir de isteği üzerine giriş sayfasına şimdi açıklamaya
utandığım bir şeyler karalamıştım. Ama şimdi olsa yazmazdım çünkü sevmem artık
öyle şeyleri. Tertemiz kitabı kirletmeye bir gereklilik göremem. O yüzden adamın isteğini yerine getirmemiştim,
gerçi o da kitabı almamıştı ya.
O gün için erken yatarım
sanmıştım ama gece yarısı olmasına rağmen tek yaptığım yatağın kontrol
tuşlarıyla oynamaktı. Rüzgâr çok şiddetliydi, perdenin arasından karşı binada
ışığı açık kalmış birkaç oda görünüyordu, oradaki hayatları sorgularken
uyuyakalmış olmalıyım.
5.Gün
Sabah 6’da kalktım.
Üstümü giyerken bir yandan da dünden kalan keki atıştırıyordum. Dışarısı kardı,
E.’nin montunu giydim, hastanenin karşısından otobüse bindim. Vapuru iskeleye
yanaşmış görüyordum ama ne zaman kalkacağını bilmemek koşmak yahut yürümek
arasında kalan beni tedirgin ediyordu. Vapura yetiştim, içerisi sıcaktı, oturduğum
yerde dünden kalma bir gazete vardı, hiç okumadığım gazetelerden biriydi,
sanıyorum Türkiye. 6.45’te vapur hareket etti, yol boyunca gazeteye baktım, ara
sıra da göz ucuyla şehrin üstüne doğan güneşe ve manzaraya. Öyle özenli
İstanbul betimlemeleri yapamayacak ve hayatımda belki de başka hiçbir zaman o
saat vapuruyla o karlı ve belirsiz havada yolculuk edemeyecek olsam da tüm
inancımla çok güzel bir manzaraya şahit olduğumu söyleyebilirim.
İskelede ilk sırada
inenlerdendim. Görevliler yerlerin kaydığını bildiğinden insanları ellerini
ceplerinden çıkarmaları hususunda uyarıyorlardı. Alkım’ın önündeki durağa
yürüdüm, paçalarım çamurlanmıştı, otobüse binip otele geçtim. E.’ye hafta sonu
taburcu etmeyeceklerinden hastaneden çıkabilmesi için gün içinde taburcu kâğıdını
imzalatmasını söyledim. Bunu da babam hastanede kalırken öğrenmiştim. İşimiz
gece 12’de bitti, o saatten sonra nasıl döneceğim konusunda şüphelerim vardı.
Yürüyerek Taksim otobüs durağına çıktım, son Mecidiyeköy otobüsüne yetiştim,
Mecidiyeköy’den metrobüse geçtim, metrobüsle Söğütlüçeşme’ye gittim. O kadar yorgundum ki otobüs arayacak halim
kalmamıştı, taksiye bindim. Hastaneye vardıktan sonrası hakkında pek bir şey
hatırlamıyorum. Hemen uyumuşum.
6.Gün
Sabah bir ara kahvaltı
getirilince gözlerimi araladım, aç olmama rağmen kalkacak gücü kendimde
bulamadım. Daha sonra kahvaltı tabağı almaya gelindiğinde bir daha uyandım,
yemeyeceğimizi söyleyip tekrar yattım. 12’ye doğru tümüyle uyanmıştım. E. her
ne kadar İstanbul’daki evine gitmekte diretse de babasını aradım. Ablası ve
eniştesi yola çıktıklarında odayı toplamaya başlamıştım. Bu arada E., senin
kitabı aldı adam, dedi. Yine üzüldüm, keşke almasaydı dedim. Demek ki
Raskolnikov yaşlı madamı öldürmese yine aynı acıyı duyacaktı diye geçirdim
içimden.
Hazırlanıp çıktık, acilin
çıkışında karşıladılar bizi. Arabaya bindik, benim amacım durağa yakın bir
yerde inmekti ama yolu bilmediğimiz için o an için bilmediğim bir yerde indim,
ana yola çıktım, ilk durağa yürüdüm.
Durakta orta yaşlı birine, doğru yönde durup durmadığımı sordum, gelen ilk
otobüsü gösterip bu Kadıköy’e gider, dedi. Bindiğim duraktan sonraki durakta
herkes inince ön tarafa doğru gelip şoföre Kadıköy’e gidip gitmediğini sordum,
olumlu yanıt aldım. Onun da ikinci günüymüş o hattaki, daha önceden hep Avrupa
Yakası’nda çalışmış. Laf lafı açınca oğlu hakkında konuştuk, sanırım
başarılıymış, onu anlattı bana, bir de kızı varmış, adam biraz tutucuymuş.
İnmeye yakın futboldan konuştuk, durağa yanaşınca ‘hadi anam iyi günler’ dedi,
o yaşta birinden böyle bir laf duymak garip geldi.
Hiç acele etmeden vapurla
Beşiktaş’a geçtim, oradan otobüsle Zincirlikuyu’ya, ardından metrobüsle
Zeytinburnu’na ve en son tramvayla evime geldim. Hemen gelince mi banyo yaptım
yoksa önce yemek mi yedim hatırlamıyorum.
SON SÖZ
Yukarıda bahsi geçen kitaplar Albert Camus'dan Yabancı, Turgut Özben'in dahil olduğu Oğuz Atay'dan Tutunamayanlar'dı. Cemal Süreya 'Sizin Hiç Babanız Öldü mü?' şiirinin 8. ve 9. dizeleri:
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylelemesine maviydi kör oldum
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder