31 Mart 2012 Cumartesi

geçiyordum hiç .1.

Uzun süreli bekleyişten sonra kitap nihayet elime ulaştı. Sıradan insanların gündelik uğraşlarına harcadıkları kadar vakti ben de rutin ihtiyaçlarımı karşılamak için kullandım. Kahvaltımı yaptım, evin dünden kalan dağınık halini hizaya soktum, bulaşıkları yıkadım, kirlileri renklerine göre ayırıp makineye bir posta çamaşır attım, yatağımın yerini değiştirdim ve sanırım bunu son bir hafta içerisinde üçüncü kez yaptım. Bu sefer de nehri ve köprüyü ayak ucuma getirir şekilde yerleştirdim yatağı. Mekik çekerken kalkmak için bahanem olur bu manzara diye düşündüm.

Öğlene doğru çamaşırları makineden çıkardım, balkona astım. Bir ara mandal almak için içeri dönerken plastik bardağa ektiğim biberlere biraz su verdim. Buranın güneşsiz, bedbaht havasında yeşermeyecekler belki ama denemezsem hiç bilemem. Ancak bu işlerden sonra balkondaki masayı kurdum, kitabı, notebooku ve müsvette kağıtları çarçabuk yerleştirdim. 'İnsan ancak yalnızken düşünür ve yalnızken mutsuz olur'. Beğenmedim ama bir daha da çevirmek içimden gelmedi. 

İki aydır Regensburg'dayım ama balkonumdan birazını görebildiğim eski bir köprü dışında mutsuzluğumu giderecek hiçbir şeyim yok. Ergenlik mutsuzluklarımızın bir gün son bulacağını bilmemize rağmen gündelik sıkıntılarımızın hep var olacağına dair inancımız belki de büyüyünce farkına vardığımız bir burukluk. Bazen bana ölümü hatırlatıyor. Yaşamın bir sınırı var, kaç sene buna kanaat edemem ama taş çatlasın sigarasız yetmişbeş, peki ya öldükten sonra? Sonsuzluk yüzyıl mı, bin yıl mı, yoksa çocukken ellerimi geriye, iyice geriye birbirlerine kavuşturuncaya kadar geriye itip anlattığım kadar çok mu sürer? 

Ben iki aydır çevremde onlarca insan varken yalnızım, mutsuzum sevgili yazar ve şimdi bana benim bildiğim doğrudan farklı bir şey söyleyerek başlıyorsun kitabına. İşte tam o an kitabı senin yanlış bildiklerine karşın benim içinde bulunduğum gerçeklikle çevirme isteğiyle doldum. Yapmadım, düşündüklerimi yapmaya cür'et eden biri değildim. İki aydır haftanın üç günü dışında kahve, sigara, film, müzik, kitap, mastürbasyon, spor, uyumak, düşünmek, yazmak, yemek yemek, temizlik yapmak ve sırt üstü yatıp tavanı izlemek gibi ancak tek kişilik yaşamların yaptığı faaliyetlerde bulundum. O, evde bulunmadığım üç günlerde de bereket versin yağmura pek az denk geldim çünkü ben yağmur sevmem. 

Mutfağa döndüm, fasulyenin suyunu değiştirdim, üstte kalan kabukları ayıkladım. Bu sırada yayınevine yazacağım mesajı tasarladım. Geri dönüp editörüme kitabı çeviremeyeceğimi, bir daha bana kitap göndermezlerse bu durumu anlayışla karşılayabileceğimi bildiren bir özür mesajı yolladım. Bir süre hiçbir şey yapmadan balkonda insanları izledim, yağmur başlayınca eşyalarımı toparladım, masayı katlayıp kenara kaldırdım, içeri geçtim. Tencereye yağı ve soğanı atıp kavurmaya başladım, ardından salçayı ve baharatları ekledim, en son da fasulyeyi ve sıcak suyu ekleyip pişmeye bıraktım. 

Salona geçtim, önce dilini pek bilmediğim Alman kanallarında dolaştım, sıkılınca da elime bir kitap alıp tekrar mutfağa döndüm. Kırmızı dikdörtgen masanın apartman boşluğuna bakan yamacına oturdum. Aslında masa tam dikdörtgen değildi; köşeleri yuvarlak kavisli olanlardandı. Sandalyenin bacakları demirdendi, kıç ve sırt koyma yerlerinde süngerler vardı. Rahmetli eniştemin evinde de buna benzer sandalyeler vardı. Hazır aklıma gelmişken ruhuna fatiha okudum, apartman boşluğunun rutubetini kokladım ve kitabın ilk sayfasını çevirdim. 

''Çoğu zaman her şey önceden bellidir; mucize, evin bugün yarın ölecek ihtiyar kedisidir. Bütün gün bir köşede kımıldamadan uyur. Uyansın isteriz, ama yazık değil mi, uyusun isteriz.''

Bir ara gözüm karşıdaki camda beni izleyen ya da camın yansımasında kendisine bakan yaşlı kadına ilişti. İlk cümleyi tekrar okudum, tekrar kafamı kaldırdım, bir çift buruşuk gözün beni izlediğine kanaat getirince tebessüm ettim. Kadın hiç oralı olmadı, ben de önemsemedim. Aramızda bir apartman boşluğundan öte uzaklıklar vardı ve sonuçta ben Bavyeralılara, dahası Almanlara akıl sır erdirememiştim, yalnızlığımın müsebbibi bilhassa buydu. Gözüm mutfak dolabının kenarındaki ufak yeşil kadranları olan saate ilişti, misafirlerimin gelmesine az kalmıştı. Bu sefer ilk cümleyi daha vurgulu olmak kaydıyla ilk paragrafı tekrar okudum, kitabı sayfaları masanın üzerine gelecek biçimde bıraktım, salona geçip masayı kurmaya başladım. Mutfak ve salon arasında bir kaç kez mekik dokuduktan sonra bir tek sürahiyi getirmediğimi fark ederek mutfağa döndüm. Fasulyenin altını kıstım, sürahinin dibindeki suyu çalkalayıp evyeye döktüm, tekrar ağzına kadar suyla doldurdum, masaya bıraktım. 

Anahtarlarımı aldım, kapıyı alttan kitleyip ekmek almaya çıktım. Tadına alıştığım Ankara ekmeğine mukavemet edemezdi belki ama buraya has ekmeği de çok sevmiştim. Çıkmışken misafirlerim için de bira almaya karar verdim ama param yetişmedi. Bir dahaki gelişimde vermeyi teklif etmeyi düşündüm. Yapmadım, sonuçta düşündüklerimi yapmaya cür'et eden biri değildim.

Hiç yorum yok: